Günindi Diyarındaki Bahçe adlı kısa hikâyemin devamı için en az Luadun’Dal Efsanesi: Kayıp Şövalye eserime verdiğim özenle çalışıyorum. Hikâyenin ikinci bölümünü tamamlayabildiğim için mutluyum ve sizlerle de bu mutluluğu paylaşmak istiyorum.
Gel gelelim, kısa hikâyede işlenen konuya ilk dokunuşu da ikinci bölümle ilk defa yaptım. Sizlerin de beğeneceğini arzuluyorum.
Eğer ilk bölümü okumadıysanız, öncelikle ilgili bölümü okumanızı tavsiye ederim.
Sevgiler!
Günindi Diyarındaki Bahçe – II
“Düş, birden bir artık anlamlar içerir; kimisi gerçekleşmesi imkânsız hayal, kimisi gerçekleşmesi beklenen veya umut edilen şeydir.” Günindi’nin muteber münevverlerinden bir tanesinin bu sözlerini düşündü, Galâhid.
Uykusundan henüz uyanmıştı. Galâhid’in başı pamukla doldurulmuş yastığında ve her zamankinden daha rahattı. Yastığın içine yerleştirdiği birkaç manolya çiçeğinin güçlü ve eşsiz kokuları odasının dört köşesini de sarıyordu. Buna bağlı olarak saçları da her sabah kalktığında manolya gibi kokuyordu. Günindi Şelalesi gibi beline kadar süzülen deniz mavisi saçlarını başının arkasına, oradan yatağının her iki yanından neredeyse yerlere kadar süzülüyordu. Başını iyice yastığına gömdü ve tavandaki elf mozaiklerini inceledi. Tavanın mozaikleri neredeyse mavinin her tonunu içeriyordu; bir metre uzunluğunda yeşil deniz kaplumbağası, uçsuz bucaksız gibi görünen mavilikte süzülüyordu. Mavi rengin süslediği okyanustaki deniz kaplumbağasının sarımsı lekeleri olan kahverengi sırtı hemen göze çarpıyordu. Galâhid, deniz kaplumbağalarını tanırdı. Üstelik cenuptaki açık okyanuslarda seyahat eden ve oraları kendisine hane edinen bir deniz kaplumbağası dostu da vardı, adı Midas idi.
Midas, diğer deniz kaplumbağalarına göre diyetinde daha seçiciydi. Onun okyanustaki diğer dostlarının diyetinde denizanaları, yengeçler ve mürekkep balıkları varken, Midas deniz çayırlarını, süngerleri ve mercanları tercih ediyordu. Galâhid, yüz kırk yedi kış önceki bir seyahatinde Midas ile karşılaşmıştı. Gemisiyle yolculuğu sırasında, Midas’ı deniz çayırlarında ziyafet çekerken görmüştü. O günden kalan bir selam, onların dostluğunu yüz kırk yedi kış sürdürdü. Onu her seferinde sırtındaki olağan dışı sarı çizgiyle hatırlıyordu.
İşte Galâhid’in tavanındaki deniz kaplumbağası Midas idi.
Kendi kendine güldü, Galâhid. Aklına birden Midas’ın bir orfoz ile olan tatlı tartışması geldi. Midas deniz çayırlarını yerken, bir yandan da gemisi demir atan Galâhid ile sohbet ediyordu. O sırada bir orfoz Midas’ın arkasından sinsice süzülüp, ona yanaştı. Bu sırada Galâhid’e de göz kırptı. Orfoz, Midas’ın kuyruğunu yutacakmış gibi ağzını açtı ve vakum gibi onu çekmeye başladı. Geriye hareket ettiğini fark eden Midas, adı Hani olan orfoza bir şeyler sayıkladı. Ağzı o sırada deniz çayırlarıyla dolu olduğu için ne dediği pek anlaşılmıyordu. Galâhid ve Hani gülmeye başlayınca, Midas da güldü.
Galâhid, üzerindeki örtüyü yana açıp yatağından doğruldu. Yüzündeki tebessüm hâlâ duruyordu. Üzerindeki ipek kıyafetin omuzlarındaki bağlarını çözdü ve elbise yere düşmeden tuttu. Gün ortasında yıkamak üzere bir sepetin içine koydu. Odadaki uzun giysi dolabına yönelerek iki kapağını açtı. Çok düşünmeden beyaz, iki omuzundan da beline kadar süzülen geniş mor çizgileri olan ipek bir entari giydi. Beline de yine dolaptan aldığı koyu sarı kumaş bir kemer bağladı. Galâhid odadan çıkarken pencerenin açık olmadığını hatırladı. Geri döndü ve perdeyi sonuna kadar sola çekip pencereyi açtı.
Galâhid, aynı katta bulunan ve garp ve şark kulelerinin arasındaki geniş odaya geçti. Bu odada yiyecek kasaları, üzerinde Günindi Üzüm Bağlarından geldiği belli, iki mor üzüm salkımlı simgelerinin çizildiği mey varilleri vardı. Sabahları mey içmenin midesine zarar vereceğini biliyordu. Zira iki kış önce yaşadığı rahatsızlıktan ötürü diyetini de değiştirmek zorunda kalmıştı. Bu yüzden hiç o varillere yanaşmadan, üzerinde yeşil çay ve nane yapraklarıyla süslenmiş mavi damla işareti olan su varilinden, rafta duran bardağı alıp içine içme suyu doldurdu. Bir dikişte suyu içince, vücudunda uyandırdığı o süzülme hissene kapıldı. Yeşil çay ve nane aromalı ılık su ağzında ferahlık yaratmıştı. Aynı odada bulunan, ama mutfakla arası geniş bir ahşap duvarla ayrılmış bölümde ayrı bir varil ve varilin musluğunun altında, ahşap kare bir masanın üzerinde duran gümüş kâse vardı. Musluğu açıp iki elinin arasına akan, limon kokulu suyu yüzüne boca etti. Ellerini masaya dayadı ve ıslak yüzüyle, karşısındaki pencereden şimal topraklarını seyretti. Şakaklarının üstüne doğru genişleyen ince kaşlarından süzülen sular gözlerine gelmeden yüzünü kurulamak istedi. Pencerenin yanında askıda asılan yeşil renkte pamuk havluyla yüzü ile ellerini kuruladı ve havluyu tekrar askıya astı.
Mutfaktaki rafta duran peynirden bu sefer iki dilim aldı. Onun altında geniş tezgâhta üstü açık kasadan da üzerinde beş adet siyah üzüm asılan salkımı aldı. Yeniden doldurduğu su bardağıyla birlikte yiyecekleri de masaya koydu. Sandalyesine oturup bir yandan düşünerek kahvaltısını yaptı. Aklında öğlene kadar bir simya kitabı okumak vardı. Öğleden sonrasını ise çiçekleri ve simya deneyleriyle geçirecekti. Sadece hangisi olduğuna bir türlü karar veremiyordu. Dün gece gördüğü düş onu biraz korkutmuştu. Öyle ki ne kendisinin ne de düşmanının hayatında böyle bir düşün gerçekliğiyle karşılaşılmasını istemiyordu.
Güneş artık tepedeydi ve tüm parlaklığıyla neredeyse her yeri aydınlatıyordu. Galâhid, gün ortası vakti geldiğinde kitabı elinde, garp kulesindeki merdivenlerden aşağı kata indi. O merdivenlere bastıkça, ahşaptan çıkan sesler yine tüm kuleyi dolduruyordu. Nihayet aşağıya vardığında elindeki kitabı simya masasına bıraktı. Bahçesine açılan kapıya doğru yöneldi, ancak simya masasının yanındaki güğümü almayı unuttuğunu fark etti. Zira çiçeklerin sulanması gerekiyordu. Galâhid’in temiz su veren bir kuyusu vardı. Güğümü bu yüzden kapıp kapıya yöneldi. Ancak kapıyı açtığında bu sefer menteşelerden çıkan ses değil, gördükleri onun kalbine bir ağırlık yükledi.
Galâhid’in dizleri sanki çözülmüştü, elindeki güğümü düşürdü. İçindeki dünden kalan su ahşap zemine döküldü. Dizlerinin üstüne düşmüş, hıçkıra hıçkıra ağlayarak bahçesinde birçoğu solmuş, bazısı ezilmiş şakayık çiçeklerini gördü. Rengârenk yapraklarının bir kısmının kara toprağın üzerine düştüğünü gördü. Cenupta, uçsuz bucaksız yerden göğe yeşil ve mavi renklerin buluştuğu bir çayır olması gerekirken, şimdi üzerinde kara bulutlar süzülen karanlık ve yer yer kara çimenlerin bulunduğu kurumuş ve toprağı çatlamış arazi vardı.
“Dünden beri ne değişmiş olabilir de ben duyamadım?” diye düşündü. Gözlerinden akan yaşlar elmacık kemiklerinden süzülüp dudaklarının iki yanından ahşap zemine damlıyordu. Aniden cenupta birden beliren yangın mavisi bir ışık hızlıca ona doğru yaklaşmaya başladı. Bunu fark edince elleriyle yüzünü korudu, ama nafileydi. Işık huzmesi süratle ona çarptı ve sırt üstü yere yığılmasına sebep oldu.
Galâhid, gözlerini birden açtı. Ter içindeydi. Etrafına şaşkınlıkla ve korkuyla karışık bir duyguyla baktı. Nefes nefese kalmıştı, sanki kalbi yerinden çıkacaktı.
“Bir düşmüş,” dedi. “Bu kaçıncı oldu?” diye tamamladı sözlerini. Güneş henüz yükselmemişti. Hâlâ karanlıktı.
Galâhid, yatağında doğrularak elleriyle yüzünü kapattı.
Düşündü. O bir Düşgören idi. Muteber bir münevverin düşler hakkında söylediği, “Düş, birden bir artık anlamlar içerir; kimisi gerçekleşmesi imkânsız hayal, kimisi gerçekleşmesi beklenen veya umut edilen şeydir.” sözünü düşündü. Düşlerin imkânsız bir hayal ya da umut edilen şey olduğuna karar veren bir gücün bunduğuna inanmak istemiyordu, Galâhid. Zira bu güç şer için kullanılabilirdi. Bu bilmeceyi çözmesi gerektiğini biliyordu. Ancak, henüz zamana ihtiyacı vardı, en azından o malum gün gelip kapısını çalmadan önce bir şeyler yapmalıydı.
İkinci Bölümün Sonu
İkinci bölümü okumak için Günindi Diyarındaki Bahçe – III bağlantısına tıklayabilirsiniz.
Geri bildirim: Kısa Hikâye: Günindi Diyarındaki Bahçe – Deniz Kocatürk
Geri bildirim: Günindi Diyarındaki Bahçe – Deniz Kocatürk