Eydís Evensen dinlerken elim hep bir şeyler yazmak için klavyeye düşüyorsa da yazmak istediklerimi kafamda toparlamama rağmen yazamıyorum. Aslında yazamıyor oluşum yazma kabiliyetimin olmamasından değil, daha çok istemiyormuşum da sanki beni incitecekmiş gibi hissediyorum. İnsanların yazdıkları edebi yazılarla, her ne kadar belli bir konuda yazsa bile kendilerinden bir parçayı da size aktarıyor. Yazarken bunun farkına bile varmıyorsunuz. Kendimden bir örnek verirsem daha rahat anlatabilirim, diye düşünüyorum. Yani, yazmakla ilgili kendimi burada biraz eleştireceğim.
Sizlere burada ders verebilecek kadar bilgi birikimim olduğunu sanmıyorum. Buna rağmen, uzun zamandır yazdığım için yazmanın benim için ne ifade ettiğini aktarmak istiyorum. Çünkü, hepimizin anlatmak istedikleri var, anlatmak istediklerimizi kurgu yoluyla ya da kurgu dışı edebi eserler yazarak aktarıyoruz. Bu güzel bir şey, çünkü birisine sözlü olarak açılmanın zor olduğu konusunda hem fikir olsak bile (bu arada bazılarımız öyle değil, ki bu da kötü bir şey değil) yazmak bazılarımızı çok daha rahat hissettiriyor. Yine de yazarak birisine anlattığınız bir duyguyu, konuşarak anlatmanın aynı duygunun ağırlığını taşıyabildiğine hep şüpheyle baktım. Belki de tam tersidir, çünkü yazarak da duygularımı aktarabildiğimi düşünüyorum. Biraz arada kalmışım gibi hissediyorum.
Şimdi, derin bir nefes alayım ve yavaşça vereyim. Evet. Sanırım hazırım…
Bazı insanlar, onlara dışarıdan baktığınızda sevecen, şen şakrak ve eğlenceli bir insan görürsünüz, ama bazen de öyle anları vardır ki içlerinde kopan fırtınaları anlayamazsınız. Ne uzun cümle oldu, değil mi? Ama sizce de öyle değil mi? Yüzünüze sevinçli görünüyor, gülüyor ve belki de sizi o kadar çok destekliyor ki, kendisinin iyi olduğu konusunda teminat bile veriyor. Gel gelelim, bazı “iyi” sözcüklerin perdelerinin ardında uçsuz bucaksız karanlık bir vadi de yatar. Henüz aydınlanmayı bekleyen bir vadidir bu. Belki de birisini bekler aydınlatmak için. Bu öyle bir vadidir ki, ay ışığının yeşil çimlerin arasında rengârenk mis kokulu çiçeklerinin üstünü saf ve kadife ışığıyla aydınlatmaya çalışır. Bazı renkler aralarda gölgeler arasında kalır, bazen çimlerin yoğun olduğu yerlerde bir takım çiçeklerin üzerine bile gölge düşer. Buna rağmen, bilirsiniz ki yine de o güzellik oradadır. Sakince çimlerin arasında bekler. Buna düşünce deyin, hem kalbinizin hem de zihninizin filtrelerinden geçmemiş saf düşünce. Ay hükümranlığını güneşe bırakırken, çiy olursa da sabah çiyinin o güzelliği bile kıskanır zaman zaman bu düşünceyi.
İşte yazmak da böyle bir şey. Aslında eylem olarak yalnız yapılır, ancak sonuç olarak birlik yaratır, düşünce yayar. Her ne kadar yazarken masada yalnız otursam da yalnızlık anında, hepimizin ortak tecrübelerine ve duygularına seslenen bir köprü inşa ediyormuşum gibi hissederim. Sizce öyle midir? Bunu başarabiliyor muyum? Bana öyle geliyor ki, henüz geleneksel bir yayıneviyle bile anlaşamamış bir yazar olarak, pek başarılı değilim gibi geliyor. Yine de yakın zamanda bunu başaracağıma inanıyorum. Daima kapılarını çaldığım yayınevlerinden biriyle mutlaka mutabık kalacağız. Buna inanıyorum!
Yazarken, bunu bir fırsat olarak görmelisiniz; yalnızlık duygusu bir süre sonra yaratıcı bir sükûnete dönüşebilir. Dünyadan kopuş gibi algılamayın sakın, zira derin ve acı verici bir yalnızlığa dönüşür. Peki, bu sizce bir yalnızlık paradoksu olabilir mi? Sanki bu eylem, bir yazarın topluma katılmak için kullandığı bir çıkış yolu mudur? Yine de kutsal bir boşluk gibi geliyor bana. Bu boşlukta bir fener yakarız ve bu fenerin ışığı, başka bir yerdeki yalnızlığın yolunu aydınlatır. Ne dersiniz? Bu kulağa güzel geliyor değil mi?
Bence yazma eylemi, kendi içinde yapılan bir yolculuk ve sadece bir hikâyeyle bunu anlatamayız; kendi sessizliğinizi, kendi bilinmezliğinizi kelimelerle yüzeye çıkarırsınız. İşte bu kimsenin eşlik edemeyeceği, kişisel bir yüzleşme gibidir. Bu ân var ya bu ân, en kalabalık odada bile sonu görünmeyen, ama daima dokunduğunuz, kokladığınız, duyduğunuz ve tattığınız bir yalnızlık yaratır. Yazının daha ilk satırında Eydís Evensen’den bahsetmiştim ya, işte şu an dinlerken yazıyorum. Bu yolculuk bana aynı piyanistin Tephra Horizon bestesi gibi geliyor; karşınızda bir yol var, çıplak ayaklarınızla yola basıyorsunuz ve toprağın kalbinin atışlarını hissediyorsunuz, sonra kulağına bu kalbin fısıltıları o yüzünüze buse konduran yelin zarafetiyle taşınıyor sanki. Burnunuza en sevdiğiniz meyvelerin, bitkilerin kokusu geliyor. Belki de havuçlu ve tarçınlı bir kek soluyorsunuz. Ama ferah…
Yazarken ben böyle hissediyorum. Sanki kendime gönüllü bir sürgün seçiyorum. Çünkü orada keşfedilmeyi bekleyen bir dünya var ve bunu size anlatmalıyım! Bir dünyayı yaratmak, bir başka dünyayı terk etmeyi gerektirse de, acımasız bir ön koşul olduğunu biliyorum. Belki de bu yalnızlık en büyük sermayemizdir. Buna ne dersiniz? Bu sessizlik ve ayrılık olmasa belki de zihnimizdeki fısıltıları duyamayız. Ha, gidin inzivaya çekilin de öyle yazın ya da yaşayın demiyorum, ama diyorum ki yazarken kendi içinizde yolculuk edin. Sevdiklerinizden ayrı kalmayın, hayata bakışınızın önüne perde çekmeyin ve aralayın o perdeyi, bırakın o yel dolsun odanıza ve taşısın sayısız tatlı fısıltıyı evinize.
Bazen de diyorum ki, sanki geç kalınmış bir mektup gibi yazıyorsun, Deniz. Şimdi konuşuyoruz, ancak yanıtı sizin, yani okurun o kelimelerdeki yankıyı bulması çok sonra yaşanıyor. Düşünsenize, henüz geleneksel bir yayınevi yazdığım eserle ilgilenmeden sizlere aktarmanın zorluğunu! Yazarken yalnız hissediyorum, sevgili okur. Muhatapsızım sanki. Sohbetim tek taraflıymış gibi, sanki okyanusa bir şey fısıldamışsınız da ötesine ulaşmasını bekliyormuşsunuz gibi. Bu iletişim boşluğu, yazmanın belki de kendisini yalnız bir ritüele dönüştürüyor.
Sonuç olarak, yazmak kimi zaman bir kesin silah gibidir. Halbuki yazmak sükûnettir. Eğer yazıyorsanız, sevgili okur, içinizdeki iyiliğin yankılandığı o ıssızlıkta artık bir yoldaşınız vardır.
Geri bildirim: Ecem’in Yolculuğu: “Herhangi Bir Kız ya da Değil” | Deniz Kocatürk