Ihlamur Kokusu, askerlik hizmetimi yerine getirdiğim süre içerisinde yazdığım son hikâyeydi. Ihlamur benim de sevdiğim bir bitki ve içecek olduğu için hikâyenin içeriğinde yer almasını etkiledi. Hikâye, genel olarak Iorwen adlı bir gezgin ozanın hikâyesini konu ediniyor.
Norssken ve Feza şehirlerinde ona Ozanların Kraliçesi de diyorlardı. Ancak, o tek noktaya bağlı kalmaktansa belli bölgelerdeki hanlarda müziğini icra ederdi. Huş ağacından lavtası daima sırtında, han han dolaşır, sesiyle ve lavtadaki becerisiyle hayranlık uyandırırdı. Bu hayranlık sadece müzik becerisinde değildi. Edebiyata olan düşkünlüğü öykü anlatıcısı olarak tanınmasını da sağlamıştı. Lavtasıyla icra ettiği müziğe bazen macera, bazen de dramatik konuları işleyen şiirlerle eşlik ederdi. Bu maceraların konusu bazen bir şövalye olurken, bazen de sıra dışı vasıflara bürünmüş hayvanlar, hatta doğaüstü varlıklar da oluyordu. Dram konusunda genelde iki aşığın anılarını işlemektense kalbe ve zihne doğrudan hitap eden durumları tercih ediyordu. Her ne olursa olsun Iorwen, tüm diyarda iyi tanınan bir ozan ve edebi kişilikti.
Ozan, diyarın kuzey batısındaki Mücevher Nehri’nin oluşumunu ve gizlediği mücevherlerle ilgili efsanevi olayı duyunca, bir elf hanında karşılaştığı insanla bu mücevheri araştırmaya gider.
İyi okumalar ve sağlıklı günler dilerim, sevgili okur!
Ihlamur Kokusu
Kırık Miğfer Hanı’nın tüm sakinleri ıslıklar, alkışlar ve tebrik sözleriyle âdeta hanın camlarını titretiyordu. Handaki sıcak ve mutlu atmosfer o sahnedeyken hiç solmuyordu.
“Yaşa, Ozanlar Kraliçesi!”
Ona böyle sesleniyorlardı. Hanın sahnesinde lavtasıyla gözleri yaşartan sözlere sahip bir esere can vermişti. Sakinlerin kimisi şiirin etkisiyle yaşarmış gözlerini siliyor, kimisi düşünceli bir şekilde sahneye ya da önündeki, üzerinde Kurlah Destanı’nın işlenmiş olduğu ahşap bira bardağına bakıyordu. Alkışlar ve ıslıklar bir süre sonra kesilmiş, hanı bir hoşnutluk duygusu kaplamıştı. Her şekilde Ozanlar Kraliçesi, insanları lavtadaki ustalığıyla ve şiirlerinde kullandığı güzel üslubuyla etkilemeyi biliyordu.
“Hadi! Birazdan sahneden inecek.” dedi bir kadın, eşinin kolunu dirseğiyle dürterken.
“Ah, evet. Doğru,” dedi ve sahneden inmekte olan ozana doğru yürüdü. Bir an durdu ve eşine yüzünü döndü. “Peki, ya kabul etmezse?”
“Kabul eder! Bugüne kadar kimseyi geri çevirmedi.” dedi, uzun sarı saçları beline kadar şelaleler gibi dalgalanan, mavi gözlü kadın. Masada oturmuş, eşinin Ozanlar Kraliçesi’ne söylemesini istediği şeyi belirtirken.
Kaliteli mavi tuniği, kahverengi pantolonu ve şık ayakkabısıyla eşine uyan üçgen yüzlü adam, Ozanlar Kraliçesi’nin önüne dikildi.
“Hanımefendi,” dedi, utangaç bir tavırla, ellerini arkasında birleştirerek. Dik durmaya çalışıyordu. “Nasıl söyleyebilirim, emin değilim.”
Ozanlar Kraliçesi güldü. O gülünce bembeyaz ve nizami dişleri okyanusun gizlediği inciler gibi ortaya çıktı.
“Lütfen çekinmeyin.” dedi.
“Teşekkür ederim, hanımefendi. Ben ve eşim,” masada oturan güzel eşini işaret etti. O da el salladı. “Düşündük de acaba bizim eğlencemize teşrif edip eşsiz sesinizle ve lavtadaki ustalığınızla atmosferi renklendirir misiniz?”
Ozanlar Kraliçesi güldü.
“Elbette. Çok sevinirim.” Zarifçe reverans yaptı.
“Çok teşekkür ederiz, hanımefendi. Gerçekten. Ozanlar Kraliçesi lakabınızı hak ediyorsunuz. Bu arada, benim adım Lorden.”
“Lütfen, bana Iorwen deyiniz.”
Tekrar bir reverans yaptı. Âdeta bir kuğu gibiydi.
“O hâlde, hanımefendi, sizin için özel bir kafile gönderteceğim.”
“Buna hiç gerek yok. Lütfen, zahmet etmeyin.”
Ah, hayır, hanımefendi. En azından bunu yapmamıza izin veriniz.”
Lorden, eşi Anna ile düzenleyecekleri eğlence için Iorwen’i davet etmişti. Bunun üzerine eşi de onu aynı gece öpücüklere boğmuştu.
Lorden ve Anna’nın eğlencesi bir hafta içinde düzenlenmiş ve tam da istedikleri gibi olmuştu. Iorwen ise o gün şenlikten ayrıldıktan sonra, Lenzorennan diyarının fevkalâde noktalarını görebilmek için seyahatine kaldığı yerden devam etmişti.
Iorwen’in ilk durağı Ellandoran Vadisi olmuştu. Bu vadi, onun gözünde bambaşka bir yere sahipti. Her iki yanı ıhlamur ağaçlarıyla süslenmiş toprak yol boyunca ıhlamur kokusu yoğunluğunu kaybetmiyordu. Bu yolda seyahat edenler ıhlamur kokuları eşliğinde vadiden çıkıyorlardı. Yolun sağında Aledor Şelalesi, solunda Gemekal Nehri vardı. Vadiye insan, elf ya da cüce eli değmemişti. Bu yüzden vadi tüm güzelliğiyle oradan geçenleri selamlıyordu. Esen yeller yaprakların arasından geçerken kulağa hoş gelen tınılarda ezgiler yaratıyordu. Ağaçların konumu öylesine düzenliydi ki, sanki bir ağaç farklı bir konuma taşınsa ezginin hoş tınısı bozulurdu. Iorwen, hem hoş kokular hem de yelin ve ağaçların ortaklaşa yarattığı hoş ezgi eşliğinde yoluna devam etti. Aynı zaman da kendisine ait bir şiir mırıldanıyordu. Turmalin mavisi kıvır kıvır saçları vardı. İnce yüzü ve vücudu, onun sanki tüm mavi kuğuların bir elf kraliçesi varmış da bu kraliçe Iorwen’miş gibi görünmesini sağlıyordu.
Gerçekten de bir kişi onu gördüğünde aynı düşünceye kapılırdı.
Iorwen, ıhlamur ağaçlarıyla çevirili yolda o kadar uzun süre yürümüştü ki, ıhlamur kokusu üzerine sinmişti. Papatya kokuları yayan saçlarının yanı sıra teni ve elbiseleri ıhlamur kokuları da yayıyordu. Bir süre daha en sevdiği şiirleri mırıldanarak yolda ilerledi. Sonunda bir yol ayrımına geldi; yolun ayrıldığı noktada bir han vardı. Hanın kapısının önünde bir kadın, sallanan sandalyede oturup kitap okuyordu.
“Merhaba!” dedi, Iorwen.
Kadın başını kitaptan kaldırmadan sallanan sandalyesini durdurdu. Okuduğu sayfaya bir ayraç koydu. Başını kaldırdı. Deniz yeşiline çalan gözleri vardı. Çilli elmacık kemikleri, tebessüm edince daha belirgin oldu.
“Merhaba, yolcu!” dedi.
Bu kadın bir cüceydi. Aniden, duvarları sağlam cüce işçiliğiyle inşa edilmiş, kapısının iki yanında yine cüce zanaatkârlarının elinden çıkmış sütunları olan handan bir cüce daha çıktı. Elinde bir kazan tutuyordu. Kazanı ters çevirip konuşmaya başladı.
“Sanırım, deliği onarmayı başardım, Tul’zahren.” dedi.
“Ah, ne hoş! Sonunda kaynattığımız suyun neden bu kadar hızlı tükendiği ortaya çıktı,” Iorwen’e döndü. “Su kaynadığında çıkan buharın dışında, fazladan su ortadan kayboluveriyordu.” Güldü. Kitabını yanındaki sehpanın üzerine koydu. Ayağa kalktı. “Bu arada, bak bir yolcu geldi.” dedi diğer cüceye.
“Merhaba!” dedi, evden çıkan cüce de.
“Merhaba, sevgili dostlar. Akbuğday Şehri’ne yolculuk ediyordum. Neyse ki, yolum bu harika ıhlamur kokulu yol üzerinden geçti.” Arkasındaki yolu gösterdi.
“Evet, evet. O hâlde soldan devam etmeniz gerekiyor. Biz de eğer ihtiyacınız varsa, sizin için yolluk verebiliriz. Elbette belli bir ücret karşılığında.” Hanın solundaki küçük tarlayı gösterdi. Ardından sağ tarafındaki keçi ağılını da. “Eğer isterseniz, satılık kıyafetler de var”.
“Ayrıca, konaklayabileceğiniz güzel bir misafir odası da.” diye ekledi, Tul’zahren.
“Aslında karnım biraz acıktı ve mataramdaki, su da bitmek üzere. Güneş de batıyor. Eğer sizin için sakıncası yoksa sabaha kadar konaklamak isterim.”
“Elbette.” dedi, Tul’zahren ve reverans yaptı. Ardından eşi, Taluh’zar da reverans yaptı. Cüce mimarisiyle göz kamaştıran hana buyur ettiler.
Hanın iç tasarımı da cüce mimarisine göre düzenlenmişti. Her keskin köşesinde yarım sütunlar yerden yükseliyordu. Sütunların üzerine yine cüce zanaatkârların elinden çıkmış oymalar kazınmıştı. Henüz mevsim sonbahar olduğundan Lenzorennan’ın havası soğuktu. Iorwen, Lenzorennan’ın kuzeyindeki yolculuğu sırasında pek çok kişiyle karşılaşmış ve tanışmıştı. Ancak, en ilginç olduğunu düşündüğü kişiler bu cüce çift idi. Kuzeyin böyle bir noktasında bu vaziyette bir han olması şaşırtıcıydı. Çünkü diyarda kuzey yolları üzerinde han bulunması, yine de şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı olan şey, cücelerin, elflerin çoğunlukla geçtiği güzergâhta bir han inşa etmesiydi.
Han dışarıdan, sıradan bir ev gibi görünse de yolcuların konaklayabileceği bir yerdi. İsmi yoktu. Ancak, iç tasarımı han olduğunu belli ediyordu. Birkaç noktada masa ve sandalyeler vardı. Bar ise kapının direkt karşısındaydı. Barın solundaki girişte misafirlerin konaklayabileceği odaların olduğu bölüme açılan bir kapı vardı. Iorwen işte bu odalardan birini seçmişti.
Cüce çift, Iorwen’i sıcak bir karşılamayla ağırladılar. Iorwen ise birkaç gün sonra handan yiyecek ve içecek alıp yolun batısına doğru devam etti.
Lenzorennan’ın kuzeyine doğru akıp, batısına doğru kıvrılan Mücevher Nehri, Iorwen’in ilerlediği yol boyunca akıyordu. Mücevher Nehri, Lenzorennan’ın kalkınmasında önemli rol oynuyordu. Nehir saf beyaz bir mücevherin toplandığı noktaydı. Ancak buradaki mücevherler için geçmişte büyük muharebeler yapılmış, sonunda bu değerli taşların çıkartılması için elfler ve cüceler ortak hareket etmişlerdi. Elflerin ve cücelerin ortak akılla çıkarıp işlediği bu ak mücevherlerin adı Gözyaşı Mücevheri idi. Bu mücevherin böyle adlandırılmasının nedeni, geçmişte, Dünya’nın oluşumu sırasında Ay’ın yeryüzüne çarpmasıyla oluşan bir kraterdi. Antik çağlarda, henüz yeryüzünde tanrı ve tanrıçalar varlıklarını sürdürüyorken, büyük bir muharebe yaşanmış ve elf tanrıçası Elmeren yeryüzünün insan tanrısı Edoran’a, boşlukta süzülen Ay’ı savurmuş ve büyük bir kraterin oluşmasına sebebiyet vermişti. Bunun üzerine Edoran’ın eşi, denizlerin ve nehirlerin tanrıçası Giledrel bin kış boyunca ağlamıştı. Onun eşi için döktüğü gözyaşları Mücevher Nehri’nin sularını oluşturdu. Ancak, Gilderel’in gözyaşları o kadar saftı ki, bir süre sonra Gözyaşı Mücevheri adlı bir taşa dönüştü.
Iorwen, bu nehir boyunca ilerlerken nehrin hikâyesini hatırladı ve gülen yüzü bir an hüzünle doldu.
“Yeryüzündeki bizlerin rıhlarının rengârenk tonları, solmuş bir ışık iken, Mücevher Nehri’ni dolduran Gilderel’in hüzünlü gözyaşlarıyla kaplanmış kilometrelerce nehir yatağı. Ve aydınlatmış bir güneş gibi bu gözyaşı mücevherleri, hüzünle tüm Lenzorennan’ı.”
Iorwen, güneş batmak üzereyken bir elf hanına denk geldi. Hanın tabelasında Mavi Çınar yazıyordu. Bu hanın dışında birkaç ladin ve Iorwen’in en çok sevdiği ıhlamur ağaçları vardı. Ahşap hanın solunda küçük bir açık ahır da vardı. Bu ahırda iki at birbirlerinin burunlarına dokunuyorlardı. Bir at kestane rengi, diğeriyse beyazdı. Iorwen, ahırın çitlerine yaklaştı. Kestane rengi at da yavaşça başını ona çevirdi ve çitlere yaklaştı. At Iorwen’e doğru başını uzattı. Ardından arkadaki beyaz at da çitlerin yanına geldi. Iorwen hem kestane rengi atın hem de beyaz atın burnunu okşadı. Sonra hanın mavi oval kapısından içeri girdi.
Ozanlar Kraliçesi, burada konaklarken balat sergilemedi, ancak onu tanıyan ve onunla muhabbet etmek isteyen elfler ve cüceler bazen gruplar hâlinde bazen de yalnız masasına katılıyorlardı. Genelde herkesin muhabbet konusu benzerdi, Iorwen’in yolculukları sırasında karşılaştığı eğlenceli ve gizemli konular seçiliyordu. O da bu olayları, içine biraz da kurgu katarak dallandırıp budaklandırıp anlatmaktan çok hoşlanırdı.
“Bir keresinde…” diye söze başladı, Iorwen. Baharatlı şarabından bir yudum içti ve lavtasını da eline alıp anlatacağı hikâyeye heyecan katmak için bazı bölümlerde çalmaya başladı.
“Lenzorennan’ın batısındaki Alamorn Krallığı ile doğusundaki Hekhmon Krallığı arasında kanlı bir muharebe yaşanmıştı. Bu muharebenin yaşanmasına sebep olan insan kralların tek arzusu altın ve güçtü.”
Lavtadan dramatik bir ezgi çaldı.
“Ancak, altına ve güce arzusu olan tek varlıklar onlar değillerdi.
Lavtadan bu sefer merak uyandıran bir ezgi çaldı.
“Ejderhalar da bu altından ve güçten yararlanmak istiyorlardı. Geçmişte elf ve cüce krallar ile kraliçeler, ejderhalarla anlaşma yapmışlardı.”
Heyecan yaratan bir ezgi daha çaldı. Iorwen, şarabından bir yudum daha içti. Onun etrafına toplanmış cüce ve elfler, meraklı gözlerle onu izliyorlardı ve kulaklarını ağzından çıkacak cümlelere dikmişlerdi.
Iorwen, sandalyesine yayıldı. Lavtası hâlâ kucağındaydı.
“Gelgelelim bu anlaşma insanları kapsamıyordu. Muharebe sırasında ejderhalar bastı meydanı ve iki kralı da tutsak etmek üzere ele geçirdiler.”
Lavtadan bir merak uyandıran ezgi daha çaldı.
“Nereye?” diye sordu, meraklı bir cüce.
Iorwen gülümsedi. O gülünce, şirim gamzeleri ortaya çıktı.
“Nereye tutsak ettiler?” dedi, bir elf kadın. Elinde şarap kadehi, merakla Iorwen’i beklerken.
“Lenzorennan’ın en kadim kalesine; surları ve kale duvarları Karanlık Ay Taşı’ndan inşa edilmiş, kapısında ejderha muhafızlarının nöbet tuttuğu, üzerinde dört element ejderhasının uçtuğu Kelenbor Kalesi’ne.”
Lavtadan aniden heyecanlı bir ezgi daha çaldı.
Han sakinleri hep bir ağızdan iç çekti.
“Amaçları neymiş peki?” diye sordu, bir insan, diğerlerinin gerisinde masada tek başına otururken. Herkes ona baktı. Saçlarına hafif kır düşmeye başlamıştı. Siyah bir tuniği, üstünde siyah bir kaban vardı. Masasında somon balığı, limon ve roka olan ahşap bir tabak, henüz yarısı boşalmış ahşap bira bardağı vardı. Oturduğu sandalyenin köşesine asılı çantası vardı. Çantanın içinde kâğıt desteleri ve bir de kitap vardı. Önünde ise birkaç kalemin bulunduğu cep vardı. Somon balığından bir lokma yedi. Birasını yudumladı.
“Bana çevrenizde yer kalmadığı için sizi buradan dinlemek zorunda kaldı. Eğer ani sorum sizleri ürküttüyse, özür dilerim.” dedi.
“Aksine, memnuniyet duydum,” diye karşılı verdi, Iorwen. “Ejderhaların amacı dengeyi onlara öğretmekmiş.”
Lavtadan güzel bir ezgi çaldı.
“Bu krallar bir süre sonra kendi kalelerine salıverilmiş. Kan dökülmemiş o günden sonra hiçbir krallıkta.” diye sonlandırdı şiirini, Iorwen.
Alkışlar cüce ve elf sakinlerinden geldi. Onların gerisinde oturan insan misafir de alkışlara ortak oldu.
Iorwen’in etrafına toplanan ahali kendi masalarına dönünce, kişisel konularına da dönüş yaptılar.
“Katılabilir miyim?” diye sordu, Iorwen’in karşısındaki masada oturan kişi, onun masasına yanaşmıştı.
“Elbette.”
“Deron.” Elini uzattı artık kendisini Iorwen’e tanıtan kişi.
“Iorwen.” Kendisine uzatılan eli sıktı.
“Bahsettiğin hikâye, aslında öyle sonlanmıyor, değil mi? Ben bir insanım ve hikâyenin böyle sonlanmadığını biliyorum. Kelenbor’a giren kimse oradan sağ çıkamaz.”
Iorwen, şarabını eline aldı. “Evet.” dedi hüzünlü bir sesle, gözlerini Deron’un gözlerinden kaçırdı.
“Onların meraklı neşelerini kırmak istemedin. Tıpkı Gilderel gibi,” Deron tebessüm etti. “Giledrel ve Edoran arasında olağanüstü bir aşk vardı. Edoran’ın kalbini Giledrel’in gizlediği yeryüzüne, Elmoren Ay’ı fırlatınca, o da göklerdeki yıldızlar arasındaki diyarda yerini almıştı. Giledrel’e neden o oyuğu ve nehri gözyaşlarıyla doldurduğu sorulduğunda ise, nihayetinde biten büyük muharebenin sonlanmasını gerekçe göstermişti. Ancak, gerçek bu değildi. O, Edoran için ağlamıştı.”
Iorwen, Deron’un anlattıklarını başıyla onayladı. Gözleri dolmuştu.
“Ne gariptir ki, kimse, Edoran’ın kalbinin parçalarının hâlâ Mücevher Nehri’nde bulunduğunu bilmiyor. O parçaları Giledrel’in kendi elleriyle toplayıp nehre gömdüğünü kimse bilmiyor.
Iorwen, şaşkınlıkla Deron’a baktı.
“O hikâye gerçek mi?”
“Evet. Ancak, Gilderel’in gözyaşlarıyla tek parça hâline gelen bu mücevherlerini bulmak için bir fedakârlık da yapmak gerekiyor. Herhangi basit bir şey olamaz.
“Öyle. O hâlde şu an bu mücevheri bulamayız, değil mi?”
“Doğru. Ancak, aramaya değer.”
İkisi de tebessüm etti.
“Yarın sabah, Mücevher Nehri’ne yolculuk edeceğim. Bir araştırma hazırlıyorum. Eğer katılmak istersen, memnuniyetle seninle yolculuk ederim. Şimdilik hoşça kal, Iorwen.”
Gün ağarınca, Deron yola çıktı. Iorwen ise birkaç saat sonra uyandı ve kahvaltısını yaptı. O kahvaltısını yaparken Deron’un söyledikleri aklına geldi. Aslında, Mücevher Nehri’nde mevcut mücevherden başka bir mücevher bulmak şaşırtıcı olsa gerekti. O da kahvaltısından sonra Deron’un arkasından ona yetişmek için yola koyuldu.
Deron, bir saate yakın yolculuğundan sonra Mücevher Nehri’nin batı koluna vardı. Efsanede bahsedilen Edoran’ın Kalbi adlı mücevhere dönüşmüş kalbinin gizlendiği yeri bulmak için bir fedakârlık yapmak gerekiyordu. Deron bunu biliyordu. Ancak, onun mücevheri ele geçirmek gibi bir düşüncesi yoktu. Iorwen de tamamen merak ve balatlarında konuyu işleyebilmek için bizzat bu mücevheri görmek ya da onun hakkında daha fazla detay öğrenmek istiyordu.
Deron, nehrin kenarında oturmuş elinde Lenzorennan’ın mitolojisini destansı bir şiir üslubuyla anlatan kitabı okuyordu. Nehrin kenarındaki bir kızıl çam ağacının altındaydı. Ötedeki Nolder Dağları’nın tepesinde karlar yığılmış, dağın ihtişamını gözler önüne seriyordu. Bu dağ sırası batıdan doğuya doğru uzanıyordu. Kuzeydeki Kuzeyışığı Şehri de sırtını bu dağa vermişti. Âdeta doğal bir koruma görevi görüyordu. Kitabın içeriğinde Edoran’ın Kalbi’nin Mücevher Nehri’ndeki son hâlini aldığı yerin anlatıldığı bölüme geldiğinde bir şey fark etti. Bu bölüm diğer mitolojik anlatılar gibi uzun uzadıya yazılmamış, aksine çok kısa bir alıntıyla son bulmuştu. Yani, tam konumu ve nasıl elde edileceği ya da görülebileceğiyle ilgili herhangi bir bilgi yoktu. Deron, özellikle kitabın bu konuda bilgi veren tüm bölümlerini dikkatlice okudu.
Bir süre sonra bir ses duydu. Bu bir çığlıktı. Kadın çığlığıydı. Ancak, korku değil, bir savaş çığlığını andırıyordu. Sesin geldiği doğu yönüne doğru hızla koştu. Kılıcı hariç diğer eşyaları çamın altında kalmıştı. Mücevher Nehri’nin yolu boyunca koştu ve sesin kaynağını sonunda buldu. Mavi, uzun ve kıvırcık saçları olan bir kadın iki ayak üstünde, kanatları olan bir yaratık ile dövüşüyordu. İki ayağı üzerinde, zırhlı, kılıçlı ve kalkanlı bir yaratıktı. Iorwen, üzerine gelen kılıç darbelerini bir bir savuruyordu.
“Iorwen!” diye bağırdı, Deron. Kılıcını kınından çekti. Ona doğru koşarak hücum etti.
“Bir Urgator,” dedi, Iorwen bağırarak. Urgator’un bir saldırısını daha kılıcıyla savuşturdu. “Çok tehlikeli. Alev püskürtebiliyorlar.” Naye, Deron’un yanına çekildi.
Yanyanayken ikisi de kılıçlarıyla saldırıya hazır bekliyorlardı. Deron kılıcını başının üstünde tutuyordu. Iorwen ise kılıcının ucunu Urgator’a doğrultmuş iki eliyle kavramıştı. İkisinin de sol ayağı önde, saldırıya hazırlardı.
“Alev püskürttükleri doğru, ama bunu uzun süreli aralıklarla yapabiliyorlar. Yani bu demek oluyor ki, önce bu hakkını kullanmış. Öyle değil mi?” diye sordu, Deron.
“Evet. Arkamdaki kayanın üzerindeki kor siyahlık bu yüzden.”
Deron, hızlıca arkasındaki kayaya göz attı ve sonrasında doğrudan duruşunu bozmadan Urgator’a döndü.
Urgato, tıslamaya benzer bir çığlık atarak Iorwen ve Deron’un üzerine koşmaya başladı. Deron, ayaklarını kırdı. Ugator, ağzından hafif bir alev püskürttü. Top şeklinde havada süzülerek yol alan alev Iorwen’e doğru süratle yaklaştı. Iorwen de sola sıçrayarak alevden kaçtı. Urgator, tıslayarak yeniden saldırıya geçti. Bu sefer paslanmış kıvrık kılıcını kaldırdı ve Deron’un üzerine koştu. Kılıcını süratle ve sertçe indirdi. O sırada Deron da kılıcını kendisine doğru gelen saldırıyı savuşturmak için başının üstünden indirdi. Kulakları çınlatan bir metal sesi yankılandı. Urgator, geriye doğru sendeledi. Bu sefer de sivri dişlerini göstererek Deron’un elini aniden kaptı. Urgator’un çene yapısı öylesine güçlüydü ki, bir zincir zırhı bile koparabilirdi. Dişlerini geçirdiğinde, Deron’un acı çığlıklarını duyan Iorwen Urgator’a doğru saldırıya geçti. Hızlı ve çevik bir kılıç hareketiyle yaratığın başını kopardı. Yaratığın bedeni bir süre etrafta dolandı. Ancak, sonunda düştü ve hareketsiz kaldı.
Deron, yerde dizlerinin üzerinde durup kolunu tutuyordu. Iorwen de o anda Deron’un yanına koştu. Kılıcını yere sapladı. Çıkınındaki sargı bezi ve bitkisel merhemleri kullanarak Deron’un kolunu tedavi etti. Iorwen, elf lisanında bir şarkı söyledi. Deron da bu şarkıyla uykuya daldı. Yarasının kanaması durmuştu. Ozanlar Kraliçesi, aynı zamanda bir şifacıydı da. Deron’un başını dizlerine koydu. Saçlarını okşayarak elf lisanında şarkısını söylemeye devam etti.
Bir süre sonra Mücevher Nehri’nin batı kolunda bir ışık huzmesi belirdi. Huzme kaybolunca, nehrin üzerinde bir kadın ortaya çıktı. Yüzü, nehrin üzerine vuran güneş parıltısı gibiydi. Saçları, Aledor Şelalesi’nin çağıldaması gibi güzeldi.
Iorwen, o an bu kadını anımsadı.
“Giledrel.” dedi.
Giledrel, Iorwen’e tebessüm etti.
“Ozanlar Kraliçesi. Görüyorum ki, içindeki derinliklerde bir yerde Deron için sevgi filizlenmiş. Bu filizin büyümesine engel olma. Onun fedakârlığını gördüm. Öyle ki, onun da kalbinde bir sevgi filizlenmiş. Senin için…” Giledrel yaklaştı. “En umutsuz durumlarda, ruhumuz tutunacak bir destek arar. İşte o zamanlarda senin yanında olanlar seninle daima olacaklardır ve yalnız bırakmayacaklardır. Sevgi iki kişinin arasındaki en güçlü bağdır. Güven ve sadakat ise bu bağı perçinleyen yegâne temeldir. Siz bunu çok kısa bir sürede kanıtladınız.”
Giledrel eğildi. Deron’un alnına elini koydu.
“Çok yakında ruhu atalarının yanına göç edecek.”
Iorwen, bunu duyunca vurgun yemiş gibi bir hisse kapıldı. Boğazı düğümlendi. Gözyaşları Deron’un yanaklarına, gökten düşen saf yağmur damlaları gibi düşüyordu.
Giledrel, bir eliyle Iorwen’in çenesini tuttu ve yavaşça yüzünü kaldırdı.
“İşte fedakârlık karşılık buldu.” dedi. Tebessüm etti. Tebessümü, güneş batmasına rağmen yeni doğan güneşin sıcak ışıkları gibiydi. Giledrel diğer elinin avucunu açtı. Elinde Edoran’ın Kalbi’nin mücevheri vardı. Oradaydı. Bir ay kadar parlak, ama yakut kadar al bu mücevherin görüntüsü büyüleyiciydi.
Giledrel boşta kalan eliyle mücevherin üstünü kapattı. Gözlerini yumdu ve o anda Deron’un kolunun üzerini bir ışık kapladı. Al ışık bir süre sonra kayboldu. Deron, gözlerini yavaşça araladı. Iorwen, gülümsedi ve Deron’u öptü. Her ikisinin vücudunun sıcaklığı ve dudaklarının ipeksi dokunuşu soğuğu kırıyor ve sanki güneşi yakınlarında hissettiriyordu.
Deron doğruldu ve Iorwen’e baktı. O da gülümsedi. Sarıldılar, ağacın köklerinin toprağı tuttuğu gibi birbirlerine sarıldılar. Giledrel ise karşılarında değildi artık.
İkisi de şarkı söyleyerek Giledrel ve Edoran’a minnetlerini sundular.
Son