Şakayık Şövalyesi, Şakayık Krallığı’nda şövalye olma arzusuyla yaşayan Elldor adlı diyarın sakini bir gezginin hayatını konu edinir.
Hikâye adını şakayık çiçeklerinden alır. Bu bitki türü her ne kadar Nisan ve Haziran ayları arasında çiçek verse de oldukça dayanıklıdır ve yeterli düzeyde desteklenirse, sonbahar ve kış aylarında da varlığını sürdürür. İşte hikâyenin ana fikri de şakayık çiçeğinin dayanıklılığı ve ona özenle bakan ve koruyan kişinin özverisindenden gelmektedir.
İyi okumalar ve mutlu günler dilerim, sevgili okur!
Şakayık Şövalyesi
Uçan Ayı Hanı’nda her zamanki söylentiler, han sakinlerinin dillerinde dolanıyordu.
Söylentiye göre, Sessiz Orman’ın kuzeyindeki Buz Kılıç Gölü ötesindeki diyarlarda inşa edilmiş ve inşasından binlerce yıl sonra terk edilmiş bir kaledeki tutsaktan bahsediliyordu.
Şakayık Krallığı hükümdarı Kral Ansalen’in pek değerli kızı, Prenses Allenora bir ejderha tarafından tutsak edilmişti. Söylentiler üzerine tartışanlardan kimileri ejderhanın, Prenses Allenora buraya kendi isteğiyle geldikten sonra haberi olduğunu iddia ediyordu. Allenora, her sene bahar mevsiminin ilk ayında Buz Kılıç Gölü’nü geçer ve şakayık çiçeklerini toplardı. Diyardaki şakayık çiçekleri sadece orada yetişirdi. Bir düzine nedimesi ve üç muhafızıyla birlikte çıktığı yolculuk, son seferinde bir aksilikle sonuçlanmıştı.
Prenses Allenora, nedimeleri ve muhafızları, Seroll Unth adlı bir kalede tutsak edilmişti. Bir kış ejderhası tarafından alıkonulan Allenora ve kafilesi, yolculuklarının başından itibaren bir ay kadar tutsak kalmışlardı. Kendisine Kırağı diyen bir kış ejderhası, Allenora’nın Seroll Unth’ta kaldığını öğrendiğinde kapıları nefesiyle dondurmuştu. Buz nefesi sayesinde bu kapılar binlerce yıl mühürlü kalmıştı. Allenora ve kafilesi, bunu fark edince çaresizce kurtarılmayı beklediler. Ne yazık ki tek tehlike ejderha değildi. Kalenin binlerce yıl sahipsiz kalması, burada ölenlerin kaleye sahip olma azmini kuvvetlendirdi. Ejderhanın sihirli varlığı da ölen kale ahalisinin bedenlerinin dirilmesine sebebiyet verdi. Artık kale, ejderhanın burayı mesken edinmesiyle kalabalıklaşmıştı.
İşte Uçan Ayı Hanı’ndaki ahalinin aralarında konuştuğu da buydu.
Handa konaklayanlar arasında Dun Loreth adlı, şövalyeliğe özenen bir savaşçıda vardı. Handaki söylentilere o da kulak misafiri olmuştu; şövalyelik ile ilgili kitaplarda okuduğu kahramanlık hikâyelerini andırıyordu.
Şövalyelik, Dun Loreth’in çocukluğundan beri özendiği bir mertebeydi. Ancak, bu basamakları yerinde sayarak çıkamayacağını da iyi biliyordu. Yine de bazı gayrı durumlar vardı. Prensesi kurtarırsa çocukluk hayalini gerçekleştirebilirdi. Elbette öncelikle bunun için hazırlık yapmalıydı.
Şakayık Krallığı’nda bir prensese yaklaşmayı bırakın, yakından görmek bile zordu. Çünkü prensesin faytonu daima perdeliydi. Nedimleri, muhafızları ve diğer saray ahalisi dışında, bugüne kadar kimse bir prensesi görememişti. Bir istisna dışında; Prenses Lyria. Ezber bozan kişi o idi. Zira kendisi, otuz kış önce, Şakayık Krallığı ve Kuzgun Krallığı arasındaki muharebede, Şakayık Krallığı Ordusu’na bizzat liderlik etmişti.
Şehirden muharebenin cereyan ettiği donmuş Buz Kılıç Gölü’ne yolculuk ederken bile, ak savaş atının üstünde yüzü açıktı. Miğferi atının eyerine asılı, kızıl çamlar gibi kokan ve en az kızıl çamlar kadar doğal saçları rüzgârda bir savaş bayrağını andırıyormuşçasına dalgalanıyordu. Bu sanki, ardındaki savaşçılarına yol gösteriyordu.
Prenses Lyria, cephe gerisinde, gökyüzündeki zümrüt yeşili, turkuaz mavisi ve şakayık kızılı kuzey ışıklarının raksını, tüyleri ürpererek izliyordu. Ta ki, dikkati savaş borularının acı tonda üflenmesiyle dağılana kadar.
Dun Loreth, içki dağıtan kadının ona seslenmesiyle hayal dünyasından çıktı.
“Bir bardak daha kök birası veya baharatlı şarap ister misiniz?”
Dun Loreth, bir elinde tepsi ve üzerinde başka bardaklar ile yanına gelen kadına baktı. Kadının siyah saçları kısaydı. Beyaz elbisesi ve uzun, kıvır kıvır siyah eteğinin içinde kuğu gibi salınıyordu. Gözleri zeytin siyahı, teni kar gibi beyaz ve saftı.
“Hayır,” dedi, Dun Loreth. “Teşekkür ederim.”
Kadının yüzünde, uçsuz bucaksız okyanusun üzerine düşen güneş ışığı gibi saf bir tebessüm belirdi. Ardından, tepsideki beyaz bir kuş tüyünü Dun Loreth’e verdi. O başta bunun ne anlama geldiğini anlamadı. Ancak, yine okuduğu bir başka şövalyelik ve kahramanlık konulu öyküsü aklına geldi. Kuş tüyü genel olarak şans demekti. Ancak, sıradan bir zamanda böyle bir öğenin Dun Loreth’in eline geçmesi ilginç. Bir tesadüftü. Zira prensesi kurtarmayı kendisine çoktan görev edinmişti. Yine de bir tesadüf diye düşündü.
“Teşekkür ederim!” dedi, Dun Loreth. Kuş tüyünü aldı ve hanı terk etti. Doğrudan evinin yolunu tuttu. Ertesi gün yola çıkacağı heyecanıyla uykuya daldı.
Dun Loreth, ertesi günün ilk ışıklarıyla uyandı. Horozlar daha yeni ötmeye başlamışken, demirciler demirleri dövmeye, fırıncılar tahin, nane ve hatta limon kokulu birbirinden lezzetli unlu mamullerini fırına vermeye başlamışlardı.
Dun Loreth de evinin birkaç on adım ötesindeki demirciye dünden siparişlerini vermişti. Ancak, yetişemeyeceğini düşündüğü için paslı zırhını ve kılıcını sadece cilalayıp, ezik yerlerini onarmasını istedi. Şakayık demircileri için bu çocuk oyuncağıydı. Hele ki, siparişi veren kişi karşılığını iki katına çıkarınca, özverileri, yaptıkları işe daha çok yansıyordu.
Dun Loreth, bu siparişini, güneş tepeye vardığında teslim alacaktı. Bu yüzden uğradığı ilk yer ikinci el kaliteli zırh, kılıç, kalka ve hatta mızrak satan bir satıcı oldu. Buradan, demirciye ödediği paradan kalan son altınlarla, üzerinde sarı şakayık çiçeği sembolü olan mavi, oval bir kalkan satın aldı.
Birikimini uzun zamandır yapıyordu. Şimdi ise meyvelerini yemeye başlamıştı. Henüz yüz iki kış gören, Dun Loreth, hayatının büyük bölümünü üzüm bağlarında ve kiraz ağaçlarının bulunduğu çiftliklerde geçirdi. Üzüme ve kiraza olan tutkunluğu onu buralarda çalışmaya itiyordu. Her zaman, evinde mutlaka yeteri kadar üzüm ve kiraz olurdu. Çiftliklerde çalışırken, ağaçlardan da üzüm ve kiraz yediği oluyordu.
Gençken biriktirdiği alınlar şimdi şövalyelik mertebesine erişmesi için bir basamaktı. En azından şimdilik böyle görünüyordu.
Kalkanını satın aldıktan sonra eve döndü ve daha önce duvarda hazırladığı yere astı. Sonrasında evden adımını dışarı atacakken, birkaç kedi ve köpeğin onu beklediğini gördü. Günlük olarak sokaktaki kedileri ve köpekleri de besliyordu. Bu onu rahatlatıyordu. Sanki soylu bir görevmiş gibi özenle yapıyordu. Beslediği bütün kedi ve köpekler onu her gördüklerinde peşine takılıyordu. Bunu sadece karınları doysun diye değil, gerçekten sevdikleri için yaparlardı.
Kapıda bekleyen sevimli dostlarına mamalarını verdikten sonra yola koyuldu.
Artık güneş tepeye varmıştı. Aklına demircinin onarması için verdiği zırh ve kılıç geldi. Ardından hızlı adımlarla demirci Eldoran’ın atölyesine yürüdü. Demirci Eldoran, Dun Loreth’in siparişlerini çoktan bitirmiş, başka işlerle uğraşmaya başlamıştı.
Dun Loreth, atölyenin kapısında belirdiğinde, Eldoran da yeni erittiği demirden at nallarını dövüyordu. Dun Loreth, gözlerini Eldoran’ın nalları dövdüğü örse dikti. Demirci, nala son çekiç darbesini vurduktan sonra alnındaki boncuk boncuk olmuş ter damlalarını, omzuna astığı mavi havlusuyla sildi. Hâlâ kapıda dikilen Dun Loreth’e yöneldi.
“Günün aydın olsun, sevgili dostum!” dedi, Dun Loreth.
Dermirci Eldoran, ciddiyetini bozmadı. Ancak, kısa bir süre sonra kahkaha patlattı.
“Zırhın ve kılıcını onardım, dostum,” dedi. “Ancak, malzemeyi biraz bol kullanmak zorunda kaldım. Yani, daha önce ödediğin miktarın bir buçuk katını daha ödemen gerekiyor.”
Dun Loreth, ellerini beline attı.
“Ne? Sana zaten yeteri kadar ödedim!” dedi köpürerek.
“Şaka yapıyorum! Hatta fazlasını bile ödedin. Bu yüzden gel de sana soğuk bir içecek ısmarlayayım. Yanında baharatlı patates de yesek fena olmaz.”
Eldoran, üzerindeki tulumu çıkardı ve kapının solundaki askılığa astı. Ardından atölyenin dışına çıkıp kapıyı kilitledi.
İkisi de hanın yolunu tuttular.
Hana vardıklarında, kapıdan içeri ilk giren Eldoran oldu. Barda servis yapan, han sahibi Tombul Herold, onu selamladı.
“Hoş geldin, Eldoran!”
Eldoran da onun selamına karşılık verdi.
Daha önce Dun Loreth’e kuş tüyü veren kadın onlara oturacakları bir masa gösterdi.
“Buyurun,” dedi. “Her zamanki yere oturmak ister misiniz?”
“Evet,” dedi, Dun Loreth. “Teşekkürler!”
İkisi de bara yakın olan iki kişilik, kalabalıktan uzak bir masaya oturdular.
“Baharatlı patates ve kök birası!” dedi neşeyle, Eldoran.
Kadın başıyla onayladı ve bara yöneldi.
“Evet, dostum. Neden bu hazırlık?” diye sordu Dun Loreth’e.
Dun Loreth dalgındı. Eldoran’ın sorusunda yanıt veremeyince, o da kolunu dürttü.
“Neden bu hazırlık, diyordum,” dedi tekrardan, Eldoran.
Dun Loreth sandalyesini düzeltti.
“Seroll Unth’taki tutsak prensesi hatırlıyor musun?” diye sordu, Dun Loreth.
“Hayır! Yani evet o söylentileri ben de duydum, ama hazırlığını bunun için yapıyor olamazsın. Umutsuz bir çaba olur. Bugüne kadar kimse böyle bir şeye kalkışmadı. Bunun da bir sebebi var; Kırağı!” Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
Dun Loreth’in gözlerinde bir an hayalinde biçimlendirdiği Kırağı adlı ejderha canlandı. Tam o sırada sipariş ettikleri baharatlı patates ve kök biraları geldi.
“İsminizi bağışlar mısınız, hanımefendi?” diye sordu, Dun Loreth.
“Selen,” dedi, kadın, yanakları kızararak.
Dun Loreth de ona gülümsedi. Kadın masayı gülümseyerek, elinde tepsiyle terk etti.
“Dostum!” diye seslendi, Eldoran. “Bunu gerçekten yapmayacaksın, değil mi?”
Dun Loreth, köpüklü kök birasından bir yudum aldı.
“Yapacağım, sevgili dostum!” dedi kararlılıkla. “Hayallerimin peşinden koşarken, nasıl engeller ile karşılaştığımı sen de biliyorsun; orduya katıldım, ama kâtip oldu. Muhafız birliğine katılmak için adımı yazdırdım, ama turnuvada zırhımın azizliğine uğradım. Göğsümde bir topuz darbesiyle kırık iki kaburga kemiğiyle elendim.”
Eldoran, kök birasından büyük bir yudum aldı.
“Demek, zırhtaki ezikliğin sebebi o idi.”
Dun Loreth, Eldoran’a baktı. Ardından birasını içti.
“Sonuç olarak, dostum, bu maceraya çıkacağım. Bir hayalim var ve bunu olumsuz kanı olsa bile gerçekleştirmek ve an azından denemek istiyorum. Aksi hâlde boşa yaşamış olurum. Beni ayakta tutan azmim oldu.”
Eldoran, Dun Loreth’e hak veriyordu. Sonuçta şövalyelik mertebesi kolay elde edilmiyordu. Bu yüzden, arkadaşının sabrını ve azmini takdir ediyordu.
O gün, güneş batana kadar sohbet ettiler. Güneş, yerini Ay’a bıraktığında dağıldılar. Dun Loreth, ertesi gün yola çıkacağı için hazırlıklarını yaptı.
Gün ağardığında, kalkanını sırtına astı. Salona son kez göz ucuyla baktı. Unuttuğu bir şey olmadığına kanaat getirince evinden ayrıldı. Kapıdan dışarı çıktığında, ikinci kez, bütün şövalyelik hayallerini aklından geçirdi; katıldığı turnuvalar, muhafızlık sınavları ve daha nicesi aklındaydı. Bir sonraki adımını attıktan sonra geriye dönemeyeceği bir yolculuğa başlayacağının da farkındaydı. Buna rağmen, tüm şövalyelik düsturunu bir kenara bırakıp çiftçiliğe devam edebilirdi. Ancak, o malum adımı attı. Prensipleri gereği geriye dönmek yanlıştı. Şövalye olacak ise bunun düsturunu da takip etmeli ve aynı zamanda eksiksiz uygulamalıydı.
Öyle de yaptı.
Dun Loreth, böyle bir yolculuğa başlamasıyla birlikte yeni bir mihenk taşını basamağa yerleştirdi. Artık onu Kırağı adlı buz ejderhası ve kaledeki nice yaratık bekliyordu. Elbette, yolculuğu sadece bu tehlikelerden ibaret değildi. Yolda tehlikelerle karşılaşması da olasıydı. Yine de kaledeki hayaletler, iskelet savaşçılar ve hatta vahşi hayvanlara karşı kendisini hazırlamıştı.
Uçan Ayı Hanı’ndaki bir söylentiyle başlayan yolculuğu Sessiz Orman’a girerek devam etti. Sessiz Orman’a adını, ormanın florası hariç herhangi bir canlıya ev sahipliği yapmamasından alıyordu. Öyle ki, herhangi bir böcek bile ormanda yer sahibi değildi.
Ormanın geçmişte güçlü bir büyücü tarafından büyülendiği biliniyordu. Büyücünün olağanüstü gücü sayesinde ormanın varlığı hep canlı kalmıştı. Büyük Asgorath adlı büyücünün sahip olduğu büyü güçleri onun diyara kontrolsüz güç salmasına da yol açtı. İçinde her zaman saf iyiliği barındıran Asgorath, sahip olduğu büyü güçlerini iyilik için kullansa da diyara yayılan kontrolsüz güç, Sessiz Orman’ın bile ona olan saygısını kaybetmesine sebebiyet verdi.
Asgorath, bu olaydan sonra Sessiz Orman’daki ünlü Elkon Ağaç Kovuğu’nda inzivaya çekildi. Yüzyıllarca bu inzivasını sürdürdü. Herhangi bir canlı Asgorath’ın inzivasını rahatsız etmeye cüret edemedi. Ta ki, Dun Loreth Seroll Unth’a yolculuk etmek için ormandan geçene kadar.
Sessiz Orman her ne kadar Büyücü Asgorath’a olan sadakatini kaybetmişse de sağır eden sessizliğini muhafaza ediyordu.
Dun Loreth, ormanın girişinde bir an durdu. Ormanın göz alabildiğine uzanan batısını ve doğusunu gözleriyle süzdü. Ağaçların yapraklarından gövdelerine kadar dikkatle inceledi. Zira içinde bir korkuyla karışık heyecan da vardı.
“Asgorath,” dedi. “Kitaplarını okudum, ancak büyü konusunda bilgim yok. Büyülerinden bir tanesiyle karşılaşırsam ne yapacağımı da bilmiyorum. Yine de bu asil görevde bana zorluk çıkarmayacağına inanıyorum.” dedi, Dun Loreth ve Sessiz Orman’a nihayet adımını attı.
Ormandaki yolculuğunu gün doğumundan güneş tepeye varıncaya kadar sürdürdü. Orman içinde herhangi bir yol ya da patika yoktu. Güneşin hareketlerine göre yolunu bulmaya çalışıyordu. Yolculuk ederken ağaçlardan, bulutlardan yeryüzüne doğru süzülen kar taneleri gibi düşen yapraklara ve dallara bastığında çıkan sesler ormanı kaplıyordu. ‘Ahenkle çalınan bir koro gibi Dun Loreth’in adımlarına eşilk ediyordu. Her attığı adım onun kulağında bir lir ezgisini anımsatıyordu. Bu ezgi kulaklarında ve zihninde yankılanırken ister istemez rüyalar alemine dalıyordu. Attığı her adım bir yıldırım hızında gözlerinin önünde farklı, ama yaşamadığı anılar görmesine sebep oluyordu. Her anı geçişinde mutlaka lir çalan bir kadın görüyordu. Kadın farklı ağaçların aralarında salınarak lir çalıyordu. Sessiz Orman’daki sağır edici sessizliği bozan lir bir anda durdu. Kadın yürümeye başladı. Lirin büyüleyici ezgilerinin yerini, kadının çıplak tenine sürtünen ince ak elbisesinin sesi aldı. Kadın, Dun Loreth’e yaklaşırken lirini çalmaya başladı. Ezgilerin her bir notası sanki bir güzelliği temsil ediyordu. Onun beş adım ötesinde durdu. Elindeki lirle bir ezgi çaldı. Dun Loreth, bu ezgi sanki bir kelime dizisiymiş gibi ne anlama geldiğini anlayabiliyordu.
“Sessiz Orman’a hoş geldin, gezgin!” diyordu, kadın, lirden duyulan ezgilerle.
Dun Loreth, gezgin sıfatına bozulmuştu. Sonuçta o bir şövalye idi. En azından kendisi öyle düşünüyordu. Buna rağmen kadının güzelliği karşısında bozulduğunu belli etmedi.
Kadının ince ve zarif bedeni vardı, ama boyu Dun Loreth’ten biraz daha uzundu. Çınar yaprakları kadar yeşil saçları beline kadar süzülüyordu. Kokusu da ‘adeta çıkar yaprakları kadar güzeldi. Kadının vücudu ise yağmurdan sonra ormana fevkalâde koku yayan toprak gibi kokuyordu. Gözleri turmalin taşı gibi maviydi. Güzelliği büyüleyiciydi.
Kadın, çınar ağacına dayadığı liri aldı ve bir ezgi daha çaldı. O malum ezgiyle kelimeler tekrar duyuldu.
“Yolculuğun nere, şövalye adayı?” dedi.
Dun Loreth, şaşkındı. Biraz önce aklından geçirdiğini şimdi lirli kadından duymuştu.
“Seroll Unth,” dedi, Dun Loreth. “Bir Şakayık Şövalyesi olabilmek için son şansımın bu olduğuna karar verdim.”
Kadın, bir adım geri çekildi. Lirini tekrar çaldı.
“Kırağı,” dedi. “Görevinde karşılaşacağın tehlike çok büyük. Üstesinden gelebilecek misin?”
Dun Loreth, kadına yaklaştı.
“Seroll Unth’ta tutsak edilmiş prensesi kurtarmaktan başka çarem yok.” Başını eğdi. Düşünceliydi. Zihninde dönen o soruyu sordu.
“Bana yardım edebilir misiniz, hanımefendi?”
Kadın, liri tekrar çaldı.
“Belki,” dedi. “Nasıl bir yardım talep ediyorsun? Ayrıca, karşılığında ne verebileceksin?”
Dun Loreth, suskun kalmayı tercih etti. Ancak, bir süre sonra suskunluğunu bozdu.
“Benliğimi!” dedi.
Şakayık Krallığı’nd, şövalyeler, öldükten sonra benliklerini ormanın hanımlarına ya da onların söylemiyle Şakayık Hanımları’na teslim ederlerdi. Böylece bedenleri toprak olsa da zihinleri ve ruhları daima ormanlarda binlerce ağaca bağlı yaşardı. Benliklerini oluşturan zihinleri ve ruhları onların ormandaki varlıklarını da güçlendirirdi. Ancak bunu sadece Şakayık Şövalyeleri yapardı. Sessiz Orman’ın kadını Dun Loreth’in henüz Şakayık Şövalyesi olmadığını biliyordu. Buna rağmen, Dun Loreth’in fedakârlığını kabul etti.
“Pekâlâ, gezgin,” dedi, kadın.
Dun Loreth, kadının ona yine gezgin diye hitap etmesine karşılık verecekti, ancak kadın lirini çalmaya devam etti.
“Şövalye,” diye tamamladı.
Gezgin Şövalyeler, şövalye mertebesine henüz erişmemiş, ama bunu için hayatını adayan savaşçılardı. Kuzgun Krallığı’nda Lara ut Mera adlı bir şövalye tarafından ilk kez iki yüz kırk dört kış önce kurulan, Kuzgun Krallığı Şövalyeleri Cemiyeti tarafından uygulandı. Daha sonra, Şakayık Şövalyeleri tarafından da benimsendi.
Kuzgun Krallığı ve Şakayık Krallığı arasındaki son büyük muharebenin ardından Gezgin Şövalyeler, sadece Şakayık Krallığı’nda varlığını sürdürmeye devam ettiler.
Sessiz Orman’ın kadını da bu mertebeyi Dun Loreth’e uygun gördü. Artık önündeki tek engel resmi bir kraliyet onay idi. O da Seroll Unth Kalesi’ndeki tutsak prensesi kurtarabilirse erişebileceği bir ödüldü.
Sessiz Orman’ın Şakayık Hanımı, lirini çaldı.
“Sana hediyem, bir kuş tüyüdür. Bu tüy yardıma en çok ihtiyaç duyduğun sırada bir ak güvercine rehber olacak. Onun saflığı ve cesareti, senin saflığın ve cesaretinle bütünleşecek. Cesaretli ol ve güvercinin doğru zamanda sana yardım etmesi için sen de ona rehber ol, Gezgin Şövalye Dun Loreth.”
Kadın, Dun Loreth’e öğüdünü verdikten sonra lirini son kez çaldı.
“Hoşça kal!” Tüyleri diken diken eden bir ezgi duyuldu. Şakayık Hanımı ak bir kuşa dönüştü. Bu Dun Loreth’in daha önce görmediği türden bir kuştu. Kuşun başının arkasında açık kahverengi tüyler uzanıyordu. Boynundaki yatay kırmızı şeritler ise sanki özenle yerleştirilmişti. Kanatlarını açtığında kanatlarının altındaki dikey kiraz çiçeği rengindeki şeritler kesi kesik belli oluyordu. Kuyruğundaki turkuaz tüylerin parlaklığı göz kamaştırıyordu. Dun Loreth ona bakınca kanatlarının altındaki kiraz çiçeği rengindeki şeritleri göstererek havalandı ve uzaklaştı. Dun Loreth de kuşa dönüşen kadının ardından baktı ve uzaklaşmasını izledi. O an, Uçan Ayı Hanı’nda servis yapan kadının ona verdiği kuş tüyü aklına geldi. Elini belindeki çıkınına attı ve kemeri çözdü. Kuş tüyünü, Cesur Allerand ve Maceraları adlı bir öykü kitabının arasına eklemişti. Tüyü eklediği bölümde öykünün kahramanı Cesur Alleran’ın yolculuğu sırasında bir kadın savaşçıyla karşılaştığı ve ona tutkuyla bağlandığı anlatılıyordu. Dun Loreth, bu öyküyü severek okurdu. Hiç sıkılmazdı. Hatta zaman zaman kendisini Cesur Allerand’ın yerine de koyduğu oluyordu. Bir nevi şövalyeliğe onu özendiren şey Cesur Allerand’ın hikâyeleriydi. Şimdi ise o çok özendiği maceraya başlamıştı. Dun Loreth, Sessiz Orman’ın derinliklerine doğru yürümeye devam etti. İlerledikçe ormanın basık atmosferini hissedebiliyordu; nefes almakta zorlanıyor, sürekli terliyor ve üzerindeki yorgunluğa meydan okuyamaz hâle geliyordu. Bu yüzden belli aralıklarla dinlenme ihtiyacı duyuyordu.
Sırtında asılı kalkanını çıkardı ve istirahat etmek için uygun gördüğü gövdesi geniş ve boyu uzun bir çama dayadı. Kılıcını da kınından çekmeden kemerinden çıkardı. Dizlerinin üzerine dikkatlice yerleştirdi. Ellerini kılıcından ayırmadan gözlerini kapattığı anda uykuya daldı. Güneş de batmak üzereydi.
Dun Loreth, gözlerini açtığında güneş ışıkları ağaçların aralıklarından süzülerek ormanı aydınlatıyordu. Ağaçların ve ormana özgü rengârenk bitkilerin etrafa saçtığı kokular eşliğinde derin bir iç çekti. Akciğerlerini ferahlatıcı oksijenle doldurup bir de güzel gerindikten sonra ayağa kalktı. Sessiz Orman’ın Asgorath tarafından büyülendiğini biliyordu. Etrafında herhangi bir değişiklik olup olmadığını anlamak için inceledi. Çeşitli boylarda çam ağaçları, ormanın florasına ayak uyduran rengârenk ve güzel kokulu çiçekler Sessiz Orman’ı ziyaretçileri olmayan bir karnaval alanına çevirmişti.
Çıkınında iyice muhafaza edilmiş elma, peynir ve küçük bir somun ekmeği kahvaltı niyetine yemeye başladı. Aynı zamanda, ormanın sessizliğinde hükümranlığını ilan etmiş rüzgârın, ağaçların ve dalların arasında süzülürken yarattığı muazzam ezgiyi dinliyordu.
Kahvaltısını yaptıktan sonra doğruldu. Kalkanını sırtına, kılıcını da kınıyla birlikte beline bağladı. Sessiz Orman’da ağaçların arasında yoluna devam etti.
Yolculuğu sırasında devasa bir ağaca rastladı. Ağacın heybeti karşısında âdeta titredi. Elkon Ağacı olarak bilinen bu ağacın gövdesinde geniş bir oyuk vardı. Oyuğun içi görünmüyordu. Oyuğa doğru yaklaşma cesaretini gösterdi. O yaklaştıkça, oyuğun içinden tuhaf, ama düzenli ezgilerle bir müzik duyuldu.
“Merhaba!” dedi, oyuktaki ses. Bu ses, belirli düzendeki ezgilerle Dun Loreth’in kulağına geliyordu. Ancak, her ezginin belirli bir cümle yapısı silsilesini oluşturduğunu biliyordu.
Daha önce bildiği bir şey olmasa da Sessiz Orman’a girdikten sonra karşılaştığı Şakayık Hanımı2ndan bunu öğrenmişti. Şimdi, oyuktaki sesi de anlayabiliyordu.
“İlginç,” dedi. “Belirli melodiler burada belli cümle yapılarını oluşturuyor. Kim bilir, Uçan Ayı Hanı’ndaki ozanların bestelediği o şarkılar asıl anlamlarından ziyade neler anlatıyordu.”
Dun Loreth, Sessiz Orman’ın ve içinde belli belirsiz canlıların aslında müzik eşliğinde iletişim kurduğunu anladı.
“Keşke yanımda bir ozan olsaydı.”
Oyuktaki sesin tonu bir anda değişti. Ezgiler daha sık ve yoğun olmakla birlikte hızlanmaya başladı. Eli kılıcında oyuktaki düzensiz, anlayamadığı ezgileri dinletip bir sonuca varmaya çalışırken arkasında bir başka ses duydu.
“Buradayım,” dedi, gizemli sesi sahibi.
Dun Loreth, oyuktaki dikkatini sesin kaynağına yöneltti. Hızlıca arkasını döndü. Kılıcını kınından çekti. Karşısında uzun boylu, saçına ve göbeğine varan sakalına aklar düşmüş, mavi düzensiz bir cübbe giyinen birisi dikiliyordu.
“Sen Asgorath’sın,” dedi, Dun Loreth. Şaşkınlıktan kekeliyordu. Daha önce Uçan Ayı Hanı’ndaki bir duvar halısında ustaca örülmüş suretini görmüştü. Halı doksan yedi kış önce bir zanaatkâr kadın tarafından örülmüştü.
“Beni tanımana şaşırmadım,” dedi, Asgorath. Düzensiz ezgiler yeniden bir düzen içindeydi. “Zira bu ormandan geçen gezginler, benim adımı fısıldarlar, benim varlığımı hissederler, benimle nefes alır ve benimle yaşarlar. Sen de öylesin, Dun Loreth. Ben burada varolduğum için Sessiz Orman’ın büyüsü seni de canlı tutuyor. Tıpkı ağaçların yaşamdan kopmaması, çiçeklerin hâlâ canlı kalması gibi. Seni burada canlı tutan benim.”
Dun Loreth, Asgorath’ın onunla bu denli yakından ve içten konuşmasına şaşırmıştı. Bir adım ona yaklaştı.
Asgorath, düzenli ve kulağa hgoş gelen ezgilerle devam etti.
“Nereden gelip, nereye gidiyorsun?”
Gezgin Şövalye, boğazını temizledi ve bir elini kılıcının kabzasına attı.
“Ben güneyden, neredeyse tüm diyarda tanınan Uçan Ayı Hanı’nın da bulunduğu Şakayık Krallığı’nın incisi, Elldor’dan geliyorum. Sessiz Orman’ı geçip Buz Kılıç Gölü Üzerinden Seroll Unth’a yolculuk ediyorum. Prenses Allenora’yı kurtarıp Şakayık Şövalyesi olmak için krala hizmetimi sunacağım.” Göğsünü kabarttı.
Asgorath, Dun Loreth’e yaklaştı.
“Soylu bir görev edinmişsin,” dedi, büyücü. “Ancak, kendinden çok eminsin. Nedir seni bu kadar cesaretlendiren?”
Dun Loreth, cevap verecekken, Asgorath, eliyle onu durdurdu.
“Düşüncelerini okuyabiliyorum, genç şövalye adayı,” dedi. Elini indirdi. Derin bir nefes aldı. “Cesaretine hayran kaldım, evlat. Ancak, nasihatlerimi iyi işit.”
Asgorath, elindeki çınar ağacından asasını yere vurdu. Asanın ucunda üç çınar yaprağı vardı. Asayı yere vurunca ormanın atmosferini şakayık kokuları sardı.
“Fevkalâde! Öyle değil mi?” dedi.
Dun Loreth, çamların ve şakayıkların ferahlatıcı kokularıyla bezenmiş atmosferindeki oksijeni soludu. Yüzünde tebessüm belirdi.
“Öyle,” dedi, Dun Loreth. “Daha önce karşılaştığım Şakayık Hanımı, ezgiler eşliğinde sizlerle iletişim kurmamı sağlayacak gücü bahşetti. Büyüleyici. Eminim, Uçan Ayı Hanı’nda dikkat çeken bir hikâye olurdu.” Gülümsedi.
Asgortah’ın ne diyeceğini merakla bekliyordu. Ancak o bir süre sessiz kalmayı tercih ediyordu.
Asasını yeniden yere vurdu.
“Kalbin temiz,” dedi, Asgorath tebessüm ederek. Sol elini Dun Loreth’e uzattı. O an avucunun içinde bir yüzük belirdi. Yüzük, Ay Taşı adında bir madenin cevherinden üretilmişti. Yüzüğün sağdan ve soldan, merkezindeki yakut taşa doğru uzanan iki ejderha işlemesi vardı. Ejderhalardan bir tanesi ağzından tüm nefretini kusarken, diğeri onu sessizce izliyordu.
“Bu yüzük, sana hediyemdir, cesur şövalye adayı.”
Asasını bir kez daha yere vurdu.
“Kırağı, bu diyardaki en kuvvetli ejderhalardan bir tanesidir. Öyle ki, bendenizin dahi gücünü aşar. O antik dönemlerden bir varlıktır, tanrıların ve tanrıçaların döneminden. Yüzük, saf iyiliği barındırır. Kırağı gibi bir şer karşısında, sadece bu yüzük sana dayanma gücü verebilir. Yine de bunlara sahipsin diye görevini baştan savma bir şekilde tamamlamaya çalışma!”
Asgorath sustu ve etrafına baktı. Sonra gözlerini Dun Loreth’e dikti.
“Kırağı ile karşılaşman seni zorlarsa, ki zorlayacaktır, umudunu yitirme. Sana verdiğim yüzüğün gücü, bedeninle bir olacak. İşte o zaman, gerçek kuvvetinle onu defedebilirsin. Bu hediyemi zekice kullan, evlat.” dedi.
Dun Loreth, Asgorath’ın asasını yere vurmasıyla derin bir uykuya daldı.
Asgorath, asasını yere yeniden vurdu. Ancak, bu sefer daha yoğun bir uğultu yarattı. Ardından çınar yaprakları eşliğinde kayboldu.
Dun Loreth, gözlerini bir kulübede açtı. Yatağı oldukça rahattı. Kulübenin şöminesinden yüzüne hücum eden tatlı ve bir buse gibi yumuşak sıcaklık uykusundan onu uyandırdı. Üzerinde kalın kumaşlardan birkaç tanesi birleştirilerek hazırlanmış yorgan vardı. Yattığı yatağın sağ pencere yanıydı. Yatakta doğrulup pencerenin deniz yeşili perdesini araladı. Gökyüzünde ahenkle süzülen kuzey ışıklarını gördü. Yeşil, kırmızı ve mavinin en güzel tonlar yıldızlar eşliğinde yer yer çamlarla süslenmiş bembeyaz karlarla kaplı zeminin semasında sanki yaşıyorlardı. Bu manzara karşısında büyülenmişti. Bir süre, araladığı perdenin arkasından kuzey ışıklarının sessiz bir ezgiyle yaptıkları dansı izledi. Bazen mavi ışıklar yeşile, yeşil ışıklar da kırmızı ışıklara üstünlük sağlıyordu. Manzara gökyüzünde bir lavta eseri gibi görünüyordu. Eşsiz anı seyrederken, kulübenin kapısı aniden açıldı. Kapıda beliren bir elinde sepet, diğer elinde küçük bir orakla kadın içeriye girdi. Uzun koyu yeşil elbiseli, belinde siyah renk cepli bir önlük vardı. Sarı saçları bir şelâle gibi beline kadar çağıldıyordu. Kadının kuzey ışıkları kadar güzel mavi gözleri Dun Loreth’i aradı.
“Demek uyandın,” dedi. “Seni buraya Asgorath gönderdi. Bunu hep yapar. Ormanda onunla karşılaştıktan sonra yola kimse devam edemez. Çünkü Sessiz Orman’ın patikaları ya da yolları yoktur. Sık ağaçlar yüzünden yıldızlardan bile yararlanamazsın. Ağaçlar da üzerlerine tırmanmana izin vermezler. İşte bu yüzden buradasın, sevgili gezgin şövalye.”
Elindeki sepeti masanın üzerine bıraktı. Orağı ise kapının yanında, alçakta duran küçük bir masanın üzerine koydu. Kadının saf ve pürüzsüz bir teni vardı. Ancak, elmacık kemikleri soğuktan olsa gerek, al elmalar gibiydi. Şömineye yaklaştı ve ellerinden başlayarak ısınmaya çalıştı.
“Adınızı bağışlar mısınız?” diye sordu, Dun Loreth.
Kadın, Dun Loreth’in yatağının yanına bir tabure çekti.
“Elle!” dedi, tebessüm ederek.
Dun Loreth’in burnuna yoğun bir papatya kokusu geldi. Ellen’in kokusuyla âdeta mest oldu. Üzerindeki yorganı açtı ve bağdaş kurup oturdu.
Ellen, arkasındaki masanın üzerine koyduğu sepetin içinden birkaç kış kirazı aldı ve Dun Loreth’e uzattı. O da kiraz severdi. Tebessümle teşekkür etti ve kirazları aldı.
İkisi de kirazları sohbet ederek yediler. O akşam şöminedeki ateş dinene kadar sohbet ettiler. Dun Loreth’in göz kapakları ağırlaşınca uyumak için müsaade istedi. Ellen de taburesinden kalkıp, ahşap sallanan sandalyesine oturdu. Üzerini de kalın bir pikeyle örttü. Pencerenin perdesi açıktı. Kuzey ışıklarının dansı devam ediyordu.
“Sabahın ilk ışıklarıyla macerana devam edeceksin, cesur şövalye!” dedi, Ellen. O da şöminenin önünde uykuya daldı.
Ertesi gün, Dun Loreth, erkenden uyandı. Güneş yüzünü göstermesine rağmen, hava sıcak değildi. Gözleri Ellen’i aradı. Papatya kokusu kulübeyi hâlâ terk etmemişti. Yataktan kalkıp askıdaki kıyafetlerini ve şömine yanındaki zırhını giydi. Kılıcını da kınıyla kemerine bağladı. Duvara dayalı kalkanını da sırtına astı. Şimdi de gözleri Asgorath’ın hediye ettiği yüzüğü aradı. Yüzüğün yakutu şömine üzerindeki küçük düz bir kil tabletin üzerinde parlıyordu. Yüzüğü kaptığı gibi sol işaret parmağına taktı. Askıdaki çıkınını da alıp içindeki kitabının arasındaki kuş tüyünü ve diğer eşyalarını kontrol etti.
Kapıyı açtı.
Beyaz örtü toprak yüzey üzerinde onu karşıladı. Yer yer sıklaşan çamlarla kaplı yol kenarlarında çitler birkaç on adım sonra bitiyordu. Dun Loreth, etrafa bakındı. Gözleri hâlâ Ellen’i arıyordu. Ancak, ona ait hiçbir iz yoktu. Ayak izleri olsa bile, sabaha doğru hafif yağan kar izlerini örtmüş olabilirdi. Onunla tekrar konuşabilmeyi çok istiyordu.
Artık Seroll Unth için önünde bir engel kalmıştı, o da Buz Kılıç Gölü idi. Burası adını kötü şöhretli bir şakayık kralından almıştı. Efsaneye göre, Terdethon adlı bir şakayık kralı, ordusuyla Sessiz Orman’a girmeyince batısından dolanmayı tercih etmişti. Ancak, beklenenden uzun süren yolculuk, Sessiz Orman’ı geride bırakıp kuzeydeki göle vardıklarında bir isyanla sarsıldı. Ordudaki savaşçıların çoğu iaşe yetersizliğinden ölmüş ve bazısı da kaçmıştı. Terdethon da bu kaçak savaşçıların peşine düşüp kuzeydeki Nokras Krallığı’na seferini ertelemişti. İki haftalık kovalamaca Terdethon’un bu kaçakları yakalamasıyla sonlanmıştı. Kral, yakaladığı bu kaçak savaşçıları affetmek yerine hepsini kendi kılıçlarıyla donmuş gölün üzerinde idam ettirdi. Ardından, önce savaşçıları sonra da bütün diyar bu bölgeye Buz Kılıç Gölü dedi.
Dun Loreth, dışarı adımını atar atmaz kemiklerine kadar ilişen soğuğu hissetti. İçeriye tekrar girip askıdaki atkıyı ve kukuletalı pelerini alıp çıktı.
Henüz sabahın ilk ışıkları olması nedeniyle hava soğuktu. Ancak, diyarın kuzey topraklarındaki hava her zaman bu denli merhametli değildi.
Dun Loreth, kukuletalı pelerinine iyice sarınmış kemiklerine kadar işleyen soğuğu engellemeye çalışıyordu. Pelerininin önündeki ipleri sıkıcı bağladı. Kulübenin önünde göz alabildiğine beyaz örtü uzanıyordu. Buz Kılıç Gölü tüm haşmetiyle, birkaç yüz metre ötesindeydi. Batının Parnhorn Dağları’ndan güney doğuya akan ve kuzey denizine yol olan nehir Misk Tepeleri’nin güneyindeki Buz Kılıç gölünü besliyordu. Nehir buradan doğu denizine akıyordu. Göl üç yüz metre uzunluğunda ve yüz elli metre genişliğindeki bir alanı kaplıyordu. Terdethon’un gazabına uğrayan savaşçıların cesetleri gölde korkunç bir müze görüntüsü oluşturuyordu. Buzun üzerinde yer yer kılıçlar yüzeye yükseliyordu. Böylesine buz tutmuş bir gölün rahatlıkla geçilemeyeceğinin farkındaydı.
Çeşitli büyüklüklerdeki çamlar gölün etrafında toplanmış birer muhafız gibi topraktan yükseliyordu. Gölün doğusuna ve batısına akan nehir kolları da buz tutmuştu. Bu kollar güvenli görünse de buralarda doğaüstü varlıklar vardı. Dolayısıyla, Dun Loreth, doğrudan Buz Kılıç Gölü’nü geçmeyi düşünüyordu. Onu bu karara yönelten, sahip olduğu kılıcın ve zırhın, hatta kalkanın doğaüstü herhangi bir varlığa karşı etkisinin olmamasından kaynaklanıyordu. O da bunu gayet iyi biliyordu. Bu yüzden temkinli ilerlemek istiyordu. Dun Loreth, yola çıkmadan önce bir kez daha kulübeye girdi. Şöminenin üzerindeki su matarasının içine kazandaki kaynamış suyu kepçeyle doldurdu. Matarayı çıkınına kattı ve Buz Kılıç Gölü’ne doğru karla kaplı toprak yolda yürümeye başladı.
Güneş tepeye varıncaya kadar yürüdü. Yolda ilerlerken çevresine de dikkat ediyor, iyi gözlemliyordu. Zira istikameti çok açıktı. Her ne kadar yer yer çamlarla kaplı olsa da yol kenarları saldırıya çok açıktı.
Yürümeye devam etti.
Karlı zemine bazen bata çıka ilerlerken sığır derisinden botlarının su geçirdiğini fark etti. Ayakları üşüyünce karın çok sık olmadığı bir çamın altında, yanında taşıdığı çakmak taşlarını da kullanarak ateş yaktı. Çamlardan düşen kozalak ve dalları ateşe attı. Ancak, ıslak olmamalarına dikkat etti. Ateş harlandıkça bıçak gibi kesen soğuğa inat yanmaya devam ediyordu. Dun Loreth, Bu soğuğa karşı dayanamayacağı fikrine kapıldı. Her geçen saniye soğuğu daha çok hissediyor, hareketleri yavaşlıyordu.
Pelerinine iyice sarıldı.
Soğuk öyle derine işliyordu ki, sanki damarlarında akan kan kristalleşmiş ve damarlarını parçalıyor, kemiklerine işliyordu. Elleriyle kollarını ısıtmaya çalıştı, dizlerini göğsüne kadar çekti. Soğuğun derin bir kılıç yarasını andıran hissini son kez hissettiğinde kalbi durma noktasına geldi. O an, üzerine kırağı düşmüş kirpiklerinin altındaki simsiyah gözleri, bir kadın gördü. Mavi uzun elbisesi üzerine tam oturmuş, vücut hatlarını belirginleştiriyordu. Sarı saçları kalçasına kadar okyanuslardaki dalgalar gibi dalgalanan, yangın mavisine çalan gözleri vardı. Kuzey ışıklarını andıran ahengiyle salına salına yürüyordu. Sağ elinde kılıç, sol elinde üzerine şakayık çiçeğinin sembolünün işlendiği oval bir kalkan taşıyordu. Kılıç kuzey ışıklarının rengiyle ışıldıyordu. Kalkan ise mavi ve yeşil tonları arasında yolculuk eden parlaklığa sahipti.
Kadın, Dun Loreth’e yaklaştıkça üzerinde parlak Ay Taşı’ndan üretilmiş bir göğüs zırhı da belirdi. Çıplak ayakları nizami bir şekilde beyaz örtü üzerinde iz bırakıyordu.
Dun Loreth, bu yolculuğa çıktığından beri ona yardım etmeye çalışanları düşündü; Şakayık Hanımı, Asgorath ve Ellen.
Kadın, Dun Loreth’in birkaç adım ötesinde durdu. Elindeki kılıç ve kalkanın parlaklığı Dun Loreth’in gözlerini kamaştırdı. Elindeki kılıcı Dun Loreth’e uzattı. Kılıcı çevreleyen ışığın sıcaklığı onu ısıtıp rahatlatmaya yetti. Etrafındaki karlara değil, doğrudan ona nüfuz ediyordu. Kılıcını havayı delermiş gibi hızla göğe doğrulttu. Kalkanını ise yana açtı. O andan itibaren kadının vücudunun etrafını mavi, kırmızı ve yeşil ışıklar kapladı. Göğe doğru yükseldi.
Bir uğultu patladı.
Ses doruk noktasına ulaşınca boğuk ve basık bir ses yayıldı.
Sessizlik.
Dun Loreth, önce dizlerinin üzerinde doğruldu. Ardından ayağa kalktı. Ak kuğular kadar saf tenli, usta bir sanatçının elinden çıkan ve yüzyıllara meydan okuyan heykel gibi karşısında dikilen kadına baktı. Kadın dik, ama endamlı bir şekilde onu gözleriyle süzüyordu. Genç şövalye adayı, kadına yaklaştı.
“Sen de kimsin?” diye sordu.
“Beni zaten tanıyorsun,” dedi, kadın. Saçları rüzgârdan dalgalanınca, Dun Loreth’in burnuna papatya kokusu hücum etti.
“Ellen!” dedi. “Beni evinde misafir ettiğin için teşekkür ederim.” Ellerini kendi yanaklarında gezdirdi. “Beni donmaktan ve ölümden kurtardığın için de sana minnettarım!”
Ellen, kılıcı belindeki ejderha işlemesiyle süslenmiş deri kına soktu. Önce kılıç kınının bağlı olduğu kemeri, sonra da kalkanı Dun Loreth’e uzattı.
“Bunlar sana hediyemdir, Dun Loreth!”
Dun Loreth, gözlerinde parlayan kılıcı ve kalkanı aldı.
Ellen, üzerindeki zırhta elini değdirmeden gezdirdi. Zırh onun üzerinden göz açıp kapayıncaya kadar Dun Loreth’in üzerine oturdu.
Genç şövalye adayı şaşkındı. Şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu.
Ellen ona yaklaştı.
Papatya kokuları çoğaldı. Dun Loreth’in dudaklarına tatlı bir buse kondurdu. Dun Loreth gözlerini açtığında Ellen karşısında yoktu.
Bir ezgi duydu.
“Sana hediye ettiğim kılıç, Yeşim Kılıç’tır, gücünü yeşil kuzey ışıklarından alır. Kalkan, Yakut Kalkandır, gücünü al kuzey ışıklarından alır. Zırh ise Ay Taşı Zırhı’dır, gücünü benim gözlerimin süslediği yıldızlardan alır. Kuzey ışıklarının gücüyle yeşim, yakut ve Ay Taşı’nın cevherleri kullanılarak sonsuz evrende dövüldü. Sana görevinde yol göstersin, Şövalye Dun Loreth.”
Dun Loreth, ilk kez birisinin ona şövalye sıfatıyla hitap etmesinden hoşnuttu. Kalbinin ritimleri hızlandı. Vücut sıcaklığı soğuğa rağmen arttı.
“Sen de artık bir Şakayık Şövalyesi’sin,” dedi, Ellen. Ben kuzey ışıklarının tanrıçası, seni görevinde koruyacağım. Sana verilen hediyeleri akıllıca ve iyilik içinde kullan. Sana güvenimizi sarsma!” diye sözlerini tamamladı, Ellen. Sağında Asgorath ihtişamıyla, solunda ise Şakayık Hanımı tüm güzelliğiyle belirdi.
Kuzey ışıkları ahenkle dans ediyordu. Dun Loreth’in kulaklarındaki ezgiler durmuyordu. Kelimeler yoktu. Sadece ezgiler vardı.
“Buz Kılıç Gölü üzerinden yürü, Şakayık Şövalyesi,” dedi, Şakayık Hanımı. “Sana hediye ettiğim kuş tüyü yükünü hafifletsin.”
“Yüzüğü parmağından çıkarma, kalbini ve vücudunu ısıtsın.” dedi, Büyücü Asgorath.
“Görevinde hepimiz sana güveniyoruz,” dedi, Ellen. “Kırağı’nın kuvveti bütün diyarı etkisi altına aldı. Ancak onu durdurabilecek şövalyeler ve savaşçılar her ne kadar karşısına dikildiyseler de yenik düştüler. Çünkü onu sadece kılıçları, mızrakları ya da sayıları yok edemez. Cesaret ve dövüş kabiliyetinin yanı sıra, onun kendine özgü sınavlarından da geçmek gerekir. Yani, Dun Loreth, kaba kuvvet her şey değildir. Her ne kadar zalim bir ejderha olsa da Kırağı, saygın bir bireye de boyun eğer. O bir tanrı ya da tanrıların yeryüzündeki suretleri olan insanlar gibi değildir.”
Ellen, Dun Loreth’e selam verdi. Gülümsedi.
“Hoşça kal!”
Üçü de göz açıp kapayıncaya kadar gözden kayboldular.
Artık, Dun Loreth, yoğun karlı zeminin semasında süzülen kuzey ışıklarını ve her biri çeşitli boyutlarda dalları karların ağırlığıyla neredeyse eğilmiş çamları görüyordu. Görevinin öneminin farkındaydı. Kılıcın kabzasını kavradı, kalkanı destek kemerinden sırtına çaprazlama astı. Buz Kılıç Gölü, tüm tehdidi ve muazzam ürkütücülüğüyle onu bekliyordu. Göl, Dun Loreth’in birkaç adım ötesinde kuzeye doğru uzanıyordu. Gökte kuzey ışıkları sessiz bir şakayık orkestrası gibi ışıldamaya devam ediyordu. Dondurucu havada esen rüzgâr ise bu orkestraya desteklerini sunan bir seyirci edasıyla uğulduyor ve düşük perdeden ıslıklar çalıyordu.
Genç şövalye, parmağındaki yakut yüzüğün onu iliklerine kadar ısıtıyor olmasına rağmen, pelerininin önünü ilikledi. Atkısını ise boğazına iyice sarmıştı. Botları artık su geçirmiyor, ayaklarını ısıtmaya yetiyordu. Zira bu da yakut yüzüğün bir avantajıydı. İllüzyon değildi. Dun Loreth, kılıcını hafifçe kınından çekti. Kılıç hâlâ ışıldıyordu. Kalkanı ise sırtında daireler çizen bir toz bulutunu andıran ışıldamayla, aralarında parıltılar bırakarak parlıyordu. Kılıcını kınına soktu ve kabzasını sıkıca kavradı.
Buz Kılıç Gölü’nün ötesinde Misk Tepeleri, bir tundra olarak tüm heybetiyle yer yer tepeliklere sahip bir şekilde yayılıyordu. Misk Tepeleri’nin ötesinde ise Kırağı’nın hükmettiği Seroll Unth bulunuyordu; kuzey sınırlarını koruyan bir muhafız şövalye misali, yüzyıllardır, yıkılmadan varlığını sürdürüyordu. Kalenin dış surları, zamanında cereyan eden kuşatmalara dayanmışsa da gedikleri vardı. Bazı bölümleri zamanın savurganlığına dayanamamıştı. Dun Loreth, karşısındaki Buz Kılıç Gölü üzerinde yükselen kılıçları, elleri ve iskelete dönüşmüş başları gördü. İçini bir ürperti sardı. Ancak, soğuktan değildi. Tedirgindi.
Semadaki orkestra edasıyla süzülen kuzey ışıkları gölün buz tutmuş yüzeyine de yansıyordu. Genç Şakayık Şövalyesi, kılıçların ve farklı uzuvların yüzeye çıktığı gölün üzerinde ilerliyordu. Normalde her adımında buz yüzey ses çıkarmalıydı. Ancak, Şakayık Hanımı’nın ona verdiği kuş tüyü sayesinde yükü hafiflemişti. O ilerledikçe sanki zaman yavaşlıyordu. Henüz güneş bile doğmamıştı. Kuzey ışıkları da bu kadar uzun süre gökyüzünde kalmazdı.
“Ellen,” dedi. “Eminim ki, hâlâ benimle. Beni gerçekten koruyor.”
Genç şövalye, bu yüksek moralle birlikte donmuş göl üzerinde ilerlemeye devam etti. Adımları hızlandıkça, zamanın da hızlandığını fark etti.
Koşmaya başladı.
Sol eli kılıcının kabzasında, sağ eli çıkınında koşuyordu. Pelerinin başlığı açıldı. Umursamadı. Koşmaya devam etti. Bir an dengesini kaybetti ve buzun üzerinde Şakayık Krallığı’nın antik sporu olan Buz Yarışı’na katılan sporcular gibi kaydı. Dengesini toplayamadı ve buzun üzerine düştü. Kuş tüyü hâlâ üzerinde olduğu için buzun üzerine düşmesi herhangi bir sorun yaratmadı, ama yüzüne hücum eden soğuğun farkındaydı.
Kollarıyla destek alıp tekrar iki ayağı üzerinde doğruldu. Nefes nefeseydi.
Yürümeye devam etti.
Buz Kılıç Gölü üzerindeki kılıçlara bakarak, buzun üzerinde dikkatlice ilerledi. Bazı bedenler, inanılmaz şekilde, buzun normalden daha soğuk olması nedeniyle neredeyse deformasyona uğramamıştı. Dun Loreth, sanki yeni cereyan etmiş bir muharebenin kalıntılarına bakıyordu. Bazı suratlar acı şaşkınlıkla, bazıları da korkuyla ona bakıyordu. Bazısı sanki yardım diliyormuş gibi görünüyordu.
Durdu. Donmuş gölden yükselen kılıçlardan bir tanesine yaklaştı. Dokundu. Şaşırtıcı bir şekilde sıcaktı. Deri eldivenini geçen sıcaklık hissetti parmaklarında. Elini kılıçtan çekti ve yoluna devam etti. Hâlâ buzun altındaki cansız bedenlere bakıyordu. O kadar fazla beden vardı ki…
Gözleriyle ölü bedenleri incelerken bir yandan da yürüyordu. Bir an çok sert bir şeye çarptı. Kaygan zeminde dengesini sağlayamayınca sırtının üstüne düştü.
Dun Loreth, karşısında bir savaşçı gördü. Ancak, bu savaşçının göğüs zırhı neredeyse parçalanmıştı. Miğferinin nazal desteği neredeyse kırılmış, çevresinden omuzlarına doğru sarkan demir halkalarla örülmüş zırhın bazı bölümleri parçalanmıştı.
Paslı kılıcını gürültülü bir haykırmayla havaya kaldırdı. O an, Dun Loreth, kendisine saldırmaya çalışan yüzü gördü. Gözleri sönük mavi tonda ışıldıyordu. Teni kül rengiydi ve yüzünün bazı bölümlerinde ezikler hatta delikler vardı.
“Yarı-ölü!” dedi heyecanla.
Yarı-ölü, kılıcını boğuk, ama ürkütücü bir çığlıkla indirdi. Genç şövalye kılıcını kınından süratle çekti ve saldırıyı püskürttü.
Kılıçlar çarpıştığında metal sesini Dun Loreth’in kılıcının parıltısı takip etti. Yarı-ölü kılıcını tekrar havaya kaldırdı ve ona doğru indirdi. Saldırıyı bir kez daha püskürttü. Hızlı bir hamleyle doğruldu ve sırtında çaprazlama asılı olan kalkanı çıkardı. Saldırıya geçeceğini bildiren bir hareket yaptı. Sol ayağıyla ileri bir adım attı ve kılıcını kalkanına üç kez vurdu. Kılıcından da kalkanından da bir gökkuşağında olan tüm renkler ışıldadı ve etrafa saçıldı.
Dun Loreth, birkaç saniye sonra yarı-ölünün üzerine saldırıya geçti. Kılıcıyla ağır darbeler indirmeye başladı. Her metal çınlamasında kılıçtan kırmızı ışıklar saçılıyordu. Dördüncü darbede yarı-ölünün kılıcı ortadan ikiye ayrıldı. Kılıcın uç parçası Dun Loreth’in ayaklarının önüne düştü. Sol ayağıyla paslı kılıcı arkasına sürükledi. Ardından kalkanının dışıyla yarı-ölünün suratına ser bir darbe indirdi. Yaratık yere savruldu. O sırada Dun Loreth, kılıcını yarı-ölünün sırtına dik bir şekilde indirdi. Yaratığın ölümü ani oldu. Genç şövalye, hızla kılıcını çekti ve kınına soktu. Yarı-ölünün cansız bedenine botunun ucuyla dokundu. Beden kaskatı kesilmişti. Yaratığın başı Dun Loreth’in istikametindeydi. Gözlerindeki soluk mavi ışığın söndüğünü gördü. İyice yaklaştı. Yaratığın gözlerine kuzey ışıklarının yansıması vuruyordu.
Doğruldu. Eliyle kılıcının kabzasını kavradı. Kalkanını sırtına asmadı. Zira herhangi bir tehlikeye karşı hazırlıklı olmak istiyordu.
Buz Kılıç Gölü üzerinde yoluna devam etti. Seroll Unth, gölün kuzeydoğusunda yer alıyordu. Dolayısıyla, Dun Loreth, bu yöne doğru ilerleyeceğini biliyordu. Kuzey ışıkları da aynı yöne doğru süzülüyordu.
“Ellen hâlâ benimle.”
Arkasına baktı. Yerı-ölü hâlâ buz gölün üzerinde uzanıyordu. Hareketsizdi. Genç şövalye, istikametine baktı, yoluna devam etti. Yorgunluk hissetmiyordu. Şakayık Hanımı’nın hediyesi onun yorgunluğunu gideriyordu.
Kuzey ışıkları hâlâ gökyüzündeydi. Güneşin doğmasına vakit vardı.
Yürürken buzun çatırdadığını duydu. Yürümeye yine de devam etti, ama daha dikkatli ilerledi. Her şey bir an dalgınlığına geldiğinde, ayaklarının altındaki buz birden kırıldı. Buz gibi suyun içine düştü. Elleriyle düz buz zeminden kendini yukarıya çekmeye çalışsa da başarılı olamadı. Suyun altında bir süre çırpındı. Yüzeye baktı. Suya düştüğü kırığın ardında kuzey ışıklarını hâlâ görebiliyordu. Su çok berraktı. Yakut yüzüğü olmasaydı, çoktan hipotermiye yakalanmış ve ölmüştü. Yüzüğü deri eldiveninin altına takmıştı. Aynı zamanda çıkınını da sıkıca tutuyordu. Kılıcı ve kalkanı üzerindeydi. Kırığın bulunduğu yere tekrar baktı. Gözleri solmaya başladı. Artık nefesini tutamıyordu. Yüzeye çıkmak için harcadığı enerji tükenmişti. Yoruldu. Paniklemişti de ve sol elini bir kez daha kırığa uzattı. Yardım gelmedi.
Gözleri kapandı. Artık karanlık, derin ve sessiz, boğuk bir karanlık vardı.
Bir süre sonra ezgiler duydu. Ancak, ne anlama geldiklerini çözemedi. Ezgiler o kadar nizamiydi ki, sanki onun için bir ölüm ninnisiydi. Bilinci kapanmadan önce gölün soğukluğunun onu kucakladığını hissetti. Kemikleri dondurabilecek göle düştüğü, kırılmış zemine son kez baktı. Birisi dikiliyordu ve onu izliyordu. Rengârenk parlayan bir cisim gibiydi ve o kişi eğildi. Elini Dun Loreth’e uzattı. Genç şövalyenin o eli yakalayacak kuvveti yoktu. Kim olduğu belli olmayan, etrafına rengârenk ışıklar saçan kişi, Dun Loreth’e erişmek için daha fazla eğildi ve elini ona doğru uzatıp yakaladı. Yüzeye çekti.
Dun Loreth, yüzeye çekildikçe renkler daha belirgin ve göz alıcı hâle geliyordu. Kendisine yardım eden gizemli kişiyi merak ediyordu. Gözlerini kapadı.
Gözlerini açtığında yüzeyde yatıyordu. Derin bir nefes alıp verdi. Akciğerleri yanıyordu. Başı ağrıyordu, derin bir nefes daha alıp verdi.
Onu kurtaran gizemli kişi yoktu.
Kuzey ışıkları gökyüzünde sessiz senfonilerine devam ediyordu. Dun Loreth, buzun üzerinde sırt üstü uzanmaya devam etti. Nefes nefeseydi. Bir süre öylece kaldı.
Ayağa kalktığında dengede durmaya çalıştı. Kalkanını, kılıcını ve çıkınındaki eşyaları kontrol etti. Her şey tamdı. Nefesini toparladı ve yolunca devam etti. Ağır adımlarla kuzeydoğuya doğru yürüdü.
Dun Loreth’in bu yolculuğu iki gün sürdü. Seyahati sırasında, karşılaştığı kötü durumlar onun cesaretini ve dayanma gücünü artırdı. En çaresiz ânı suyun içindeyken yaşadığı korkuydu. Ancak, gizemli bir kişinin onu kurtarmasıyla ölümden döndü.
Genç şövalye, kurtarıcısının, macerası sırasında karşılaştığı üç kişiden biri olduğunu tahmin ediyordu. Yine de hiçbiri daha önce gibi rengârenk ışıklar saçmıyordu. Buzun geri kalan yolunu dalgınlıkla yürüdü. Ufukta Misk Tepeleri görünüyordu. Dun Loreth, uykusuzluktan artık yorgun düştüğünün bilincindeydi. Ayakları artık onu taşıyamaz duruma gelmişti. Dizlerindeki ağrı rahatsız ediyordu. Durdu. Kılıcı kınından çıkardı ve buza sapladı. Buz öylesine kalındı ki kılıcı zorla saplayabildi. Sol dizini yere vurdu ve ileriye baktı. Onu buz gibi sudan çekip kurtaran kişi karşısında, birkaç yüz metre ötesinde dikiliyordu.
Gizemli kişinin bir kadın olduğu şimdi belli oluyordu. Ayağa kalktı, kılıcını kınına soktu. Kadına doğru yürümeye başladı. Kadın da ona doğru yürümeye devam etti. Ayaklarının yorgunluğu geçmiş gibiydi. Artık ayaklarına hükmedebiliyordu.
Gözleri parladı.
Kadın ezgiler eşliğinde yürümeye devam etti. Ezgiler düzenliydi. Genç şövalyenin işittiği ezgiler doğrudan kalbine işliyordu. Kadının vücudu son derece nizamiydi. Rengârenk şeritler, kadının vücut hatlarını oluşturuyordu. Kadın ve Dun Loreth, birbirlerine birkaç adım kala durdular. Gizemli kadın, kollarını yavaşça iki yana açtı. Hızla Dun Loreth’in karşısında ellerini bir kez birleştirdi. Ardından yoğun bir ezgi silsilesi birbirini takip etti. Anlaşılmayan ezgiler bir anda durdu. Göz açıp kapayıncaya kadar Dun Loreth, kendisini sönmek üzere olan bir meşalenin sönük bir loş ışıkla aydınlattığı, kare bir odada buldu. Meşalenin cılız ateşi sönmeden Dun Loreth elini meşaleye attı ve asılı olduğu yerden çıkardı. Odanın içinde iyice gezdirdi. Zindanda olduğunu anladı. Aynı işçilik, Elldor’daki zindanlarda da vardı. Demirci arkadaşının ürettiği demir kapıları biliyordu. Ancak, bu kapılar Seroll Unth’un zindanlarındaydı.
Genç şövalye, Seroll Unth’ta olduğunu, parmağındaki Asgorath’ın yakut yüzüğüne rağmen anlayabiliyordu. Yüzük, belli ki Kırağı’nın bıçak gibi kesen soğuğunu dindiremiyordu. Yine de onun vücudunun sıcaklığını muhafaza ediyordu.
Paslı demir kapıyı aralayınca rahatsız edici bir gıcırtı duyuldu. Meşaleyi kapının ötesine uzattı. Koridor birkaç adım öteye doğru uzanıyor, sonrasında da sağa ve sola dönüyordu.
Soldan devam etmeyi tercih etti. Koridor göz alabildiğine uzanıyordu. Yer yer meşalelerle aydınlanıyorsa da ışık loştu. Koridorda ilerledikçe duvarların yosun tutmuş bölümlerini, zemindeki mantarları, bazen kırılmış taşları, bazen de sanki yerinden bilerek sökülmüş taşların deliklerini görüyordu. Sanki her an sönecekmiş gibiydi. Uzun koridorda yürümeye devam etti. Genç şövalyenin elindeki meşale aniden söndü. Birkaç saniye sonra tekrar alev aldı. Bulunduğu yer yavaş aydınlandı. Karşısında soluk tenli, başında taç olan, beyaz ve uzun bir elbise giyinen birisi dikiliyordu.
“Hayalet…” Dun Loreth, nefes nefeseydi. Nefesini kontrol etmeye çalıştı.
Hayalet, ağzını açıp çığlıklar atmaya başladı ve Dun Loreth’e uzun pençelerini doğrultarak saldırdı. Genç şövalye, onun bu pençe saldırısını eldivenlerindeki demir manşetler sayesinde engelleyebildi. Kılıcını ve kalkanını çekti. Koridor artık kırmızı, yeşil ve mavi renklere bürünmüştü. Kılıcını hayalete savurdu. Kılıç âdeta içinden geçti. Sanki boşluğa savurmuştu. Hayalet çığlık attı. Kayboldu. Koridorda artık sadece Dun Loreth dikiliyordu.
Gardını indirmeden koridorda yürümeye devam etti. O ilerledikçe koridor daralıyordu. Koridorun daralması onu rahatsız ediyordu; nefes alması güçleniyor, rahat hareket edemiyordu. Endişeleri de artıyordu. Buna rağmen umudunu kaybetmedi. Kendisini cesaretlendirmeye çalıştı. Artık Seroll Unth’taydı.
Koşmaya başladı.
Dun Loreth, koştukça üzerindeki ağırlığı hissetmeye başladı. Koştuğu yönden yoğun bir uğultu ve rüzgâr ona doğru hücum etti.
Titredi. Ürperdi.
Meşalesi söndü.
Karanlıkta yürümeye devam etti. Gözleri karanlığa alışınca hızlandı. Kükürt ve yanık kokusu solumaya başladı. Aniden karşısında çevresi turuncu renkte parlayan ve içe doğru mavileşen sonra da siyah bir daire spiral şekilde dönüyordu.
İçeri girdi.
Boşluktaydı.
Nefes alamıyordu. Zifiri karanlıktı. Bu bir geçitti. Büyülü, sadece Asgorath gibi büyücülerin yaratabileceği türden bir geçitti. Geçitten çıktığında derin bir iç çekti. Kılıcı hemen karşısındaydı. Kılıcına uzandı ve aldı. Sağına düşen kalkanını da yerden aldı. Gözleriyle çevresini soldan sağa doğru inceledi. Bir taht gördü. Tam karşısındaydı.
İçten dışa doğru mor menekşe renginden maviye, en dış katmanda da beyaz ışıklar ağırlığını gösteriyordu. Tahtta saçları kuzey ışıkları kırmızısı, endamı şakayıklar kadar güzel bir kadın oturuyordu. Tahtın sağında bir köpek kürk postun üzerinde uzanmış uyuyordu. Kadının karşısında ise yirmi savaşçı diz çökmüş onu selamlıyordu.
“Prenses Lyria!” dedi, Dun Loreth şaşkınlıkla. “Peki, Kırağı nerede? Allenora?”
Genç şövalye, arkasında ses duydu. Hızlıca arkasını döndü. Karşısında soldan sağa Şakayık Hanımı, Ellen ve Büyücü Asgorath dikiliyordu. Ellen, bir adım öne çıktı.
“Tebrikler, cesur şövalyem!” dedi. “Sınavını geçtin. Şakayık Krallığı’nda şövalyelik sadece savaşarak değil, cesaret ve saygıyla da elde edilir. Bu her zaman, herkesin elde edebileceği bir şey değildir. Ama sen bunu kanıtladın. Bu sadece şövalyeliğin değil, tüm varlıkların ortak ve yegâne kuralıdır. Düzendir. Sadakat, cesaret ve saygıyla bu görevini sürdür, Dun Loreth.”
Dun Loreth, gözleri yaşlı diz çöktü. Artık gerçek bir Şakayık Şövalyesi’ydi.
Ellen gülümsedi. Ona yaklaştı, sol eliyle çenesini kavradı. Başını yavaşça kaldırdı. Dun Loreth’in dudaklarına sıcak bir buse kondurdu.
“Senin sadakatin, benim sadakatimdir. Cesaretin Şakayık Hanımı’nın cesaretidir. Saygınlığın ise Asgorath’ın saygınlığıdır.
Dun Loreth, gözlerini açıp kapayıncaya kadar mekân değiştirdi.
Evindeydi.
Doğruldu ve etrafına baktı. Her şey bir rüya mıydı?
Kılıcını kınından çekti. Hayır. Kılıç, Ellen’in hediye ettiği kılıçtı. Kalkan da öyleydi. Kuş tüyü, zırh ve yüzük de gerçekti. Bunlar Şakayık Şövalyeleri’nin çağlar boyunca sahip olduğu temel eşyalardı.
Dun Loreth, tebessüm etti.
“Sadakat, cesaret ve saygı!” dedi. Derin bir nefes alıp verdi. Evinin kapısını açtı. Kapıda bir süre tebessümünü düşürmeden bekledi. Sonra unutulmayacak birkaç sözü dile getirdi.
“Gökyüzündeki yıldızlara baktım, bir kez daha yolumu bulmak için. Donmuş geniş göllerin diyarına seyahat ettim, kuzey ışıklarının dans ettiği donmuş diyarlar, diyorlar adına. Şakayıkların temiz ve ferah kokuları süzüldü Elldor’un atmosferinde. Mesken aradım gölgelerde. Tek ışığım, kalbimde ve zihnimde muhafaza ettiğim parıldayan gözleriydi kuzey ışıklarının.”
Son