Saltanat Kalesi Muhafızı adlı kısa hikâyeyi, çok değerli iki sevgili dostum, Ecem Öksüz Seyithanoğlu ve Ahmet Kaan Seyithanoğlu’na ithaf ederek yazdım. Aşağıda okuyacağınız kısa hikâyeyi İngilizce olarak tamamladım ve Medium‘da paylaştım. Ancak Türkçe de okunmasını sağlamak için, İngilizce’den Türkçe’ye çevirerek kişisel internet siteme de eklemek istedim.
Ecem ve Kaan’ı, kitabımı yazarken ve yazdıktan sonra bana verdikleri destek paha biçilemezdi. Ben de minnettarlığımı, aşağıdaki hikâyeyi yazarak göstermek istedim.
Aşağıdaki kısa hikâye, tamamen hayalî karakterlerden oluşmaktadır ve hayalî bir diyarda yaşanmaktadır.
Romanus Psellos adlı insan bir Saltanat Kalesi Muhafızı ve emrindeki savaşçılar, Eudoxia Kalesinde muhafaza edilen, saltanatlığa mensup bir mücevherin korunması görevine atanırlar. Tufandan Sonra 758 yılında, Eudoxia Kalesi Cüceler tarafından kuşatılır. Hem Psellos hem de savaşçılarını zorlu bir sınav beklemektedir. Kalenin inşasını 149 yıl önce, imparatorluğun baş mimarı Eudoxia Omnena üstlenip tamamlamıştır. Bu kalede, bir zanaatkâr ve aynı zamanda da ejderha eğitmeni Carenthius Stratagus tarafından üretilen Theodora’nın Kalkanı adlı bir mücevherin korunması gerekmektedir.
Burada Ecem’e ve Kaan’a ithaf ettiğim karakterler Eudoxia Omnena ve Carenthius Stratagus’dur.
Ecem’e ve Kaan’a bana desteklerinden ötürü tekrar çok teşekkür ederim. Umarım bu kısa hikâye sizleri mutlu etmiştir.
Saltanat Kalesi Muhafızı
Bilinen dünyanın yarısından fazlasına hükmediyorsanız ve sınırlarınızda, imparatorluğunuzu sürekli tehdit eden, tehlike olarak nitelendirdiğiniz düşmanlarınız da vardır. Böyle bir imparatorluğun hükümdarı olduğunuz zaman, sınırlarınızın kontrolüne daima özen göstermeniz gerekir. Sınır güvenliğini devamlı sağlayacak, yeterli istihkâma sahip kaleleri ve kuleleri inşa ettirmelisiniz. Kalelerin de profesyonel savaşçılarla korunmasını sağlarsanız, sınır ötesindeki düşmanlarınızı daima kendinizden uzak tutabilirsiniz.
İmparatoriçe Theodora’nın yaptığı gibi, politik savaş için de hazırlık yapmalısınız. Bunun için aklınızı sürekli sınırlardaki huzursuzluklarla meşgul etmek yerine, müstahkem mevkileri en güvendiğiniz generallere ve yetenekli savaşçılarına etmeniz gerekir.
İşte böyle düşünen ve ne yaptığını bilen bir hükümdarın döneminde yaşıyorsanız, muhtemelen güç gösterilerine de tanık olursunuz. Hatta şanslıysanız, yüksek mevkilere kadar yükselebilirsiniz.
Ben, Romanus Psellos, o şanslı insanlardan biriydim. Bir zamanlar…
O gün ise, bokumun bile donduğu, imparatorluğun kuzeyindeki, unutulmuş lanet olası bir kaleyi bana sadık 42 savaşçımla koruyordum.
Özellikle Kuzey Nehri ve Doğu Nehri boyunca uzanan sınırlarda da güvenliğinden sorumlu olduğum bu kalenin benzerlerinden var. Ancak bunlar genellikle, isyanların bastırılmasını kolaylaştırmak veya fethedilen bölgedeki toplumu daha iyi kontrol etmek için inşa edildi. Bizimkisi ise, iki ayda bir destek erzakı gönderilen iki yanında dağ sırası olan bir geçidi korumak için buraya inşa edildi. Yaklaşık yirmi senedir bu kalenin güvenliğini sağlıyorum. Birkaç kez saldırı oldu, ancak bunlar küçük bir kuzeyli savaş birliğinden başka bir şey değildi. Kaybımız olmadı.
Olamazdı da…
Kale sağlamdı. Hep ayakta kaldı ve iyi de korunuyordu.
Bu kaleye gelmeden önce bize söylenen de böyleydi. İmparatorluk başkentinden yola çıkmadan önce, kale hakkında birkaç şey okumuştum. Kalenin inşasını 149 yıl önce, imparatorluğun baş mimarı Eudoxia Omnena üstlenmiş. İlginçtir, buraya onun adını vermişler. Eudoxia Kalesi. İlk defa bir kaleye, bir kadının isminin, daha doğrusu bir insanın isminin verildiğini duydum. Hâlâ burada olduğumuza göre iyi de iş çıkarmış. Heybetli kare kuleleri, kalenin kuzeyinde, kapının iki yanına da nizami biçimde yerleştirilmiş. Kulelerin uzun ve geniş pencereleri menzilli savaşçılarımız için mazgallarla korunuyor. Sancaklar, muazzam kalenin İmparatoriçe Theodora’nın hüküm sürdüğü topraklara ait olduğunun kanıtı gibi, rüzgârın da etkisiyle her zaman süzülüyor.
Kuzey tarafındaki büyük ahşap kapılar, demir sütunlarla destekleniyor. Bu destekleri ben ve savaşçılarım 2 yıl önce tamamladık. Kapı 30 metre genişliğindeki ve 473 metre uzunluğundaki surların muhafaza ettiği bizleri ve ardımızdakileri güvende hissettiriyor.
Büyük kale kapısının ötesindeki orman ise, kalenin atmosferine de eklenerek, birçok hayvana ve yaratığa ev sahipliği yapıyor.
Nitekim bu yapının dıştan görünüşünün, epey eski olduğunu da gözler önüne seriyor.
Surların tabanı neredeyse yukarıya doğru bir metre kadar bitkilere dayanak oldu.
Sarmaşıklar bu kaleyi boğacakmış gibi yukarı doğru uzanıyor. Doğal afetler ve birkaç çatışma nedeniyle, kalenin yıkılan bölümlerinin yeniden inşa edildiğini fark etmemek imkânsızdır.
İşte bu kalenin mimarı Eudoxia idi.
Kalenin mimarı, Eudoxia hakkında çok fazla kayıt var. Onun şöhreti bir anlamda bu kaleye de bağlıydı. Bu yüzden bu kadar özenmiş olabilir. Ancak kale onun ilk askeri mimarisiymiş. Daha önce hamamlar, saraylar ve tapınakların inşasını üstlenmiş. Hatta deniyor ki, Yüce İmparator Heracles’in sağladığı binlerce altınlık finansmanla, onun adına bir tapınak inşa etmiş. Ancak bu tapınak hâlâ bulunamadı. Heracles Tapınağı gibi, kendisi de tarihte hâlâ adını koruyor.
Eudoxia’nın eşi, Carenthius Stratagus da bir zanaatkâr olarak zamanında ün salmış. Mücevhercilik sanatını çok iyi icra ediyormuş. Özellikle İmparatoriçe Sophie ve İmparator Iovinus’un tacını ve birçok mücevherini o üretmiş. Ancak o asıl olarak, ejderha eğitmeni olarak bilinir. Carenthius’un şu an bulunduğumuz kalede de işçiliğinden eserler var.
İmparatorluk geleneklerine göre, yeni hükümdarlar diyarın sınır noktalarının en güvenli bölgelerine değerli mücevherler gönderirler. Eskisi ise başkentteki imparatorluk müzesinde sergilenir. Yeni hükümdarlar, gönderdikleri mücevheri koruyabilecek kadar akıllı davranırsa, zaten hükümdarlığını garantilemiş olur. Mücevher ortadan kaybolduğunda, mücevherin muhafazasından sorumlu savaşçılar ve generaller sessizce ortadan kaldırılırlar. Hükümdar ise ya sürgün edilir ya da yerine hanedanda, ondan sonra gelen en büyük birey geçer. Henüz böyle bir şey olmadı. Bütün hükümdarlar, bu zamana kadar bu mücevherleri muhafaza ettiler.
Carenthius da İmparatoriçe Theodora için 7 farklı mücevher işledi. Ancak en önemlisi şu an bulunduğumuz kalede muhafaza ediliyor.
Theodora’nın Kalkanı deniyor ve boyu ortalama bir insanınki kadar, yani sıradan bir kalkandan epey büyük olduğunu söyleyebilirim.
Söylentilere göre, Carenthius, bu kalkanın üretimine, imparatoriçe henüz tahta geçmeden başlamış.
Kalkan, Carenthius’un eğittiği ve en sevdiği yeşim ejderha Zembir’in yeşil aleviyle dövülmüş. Kalkanın merkezinde İmparatoriçe Theodora’nın sureti var, altında ise, Zembir’in sureti bulunuyor. Devasa yeşim gözler yaratığın kafatasının içine gizlenmiş bir şekilde görünüyor. Bu da ona tehditkâr bir görünüm kazandırıyor. İki boynuz, başının üstünde, ince, dik kulaklarının hemen üstünde onun tacıymış gibi duruyor. Burnu sivri ve iki ince, kavisli deliğe sahip, sanki kalkanın üzerinden alev püskürtecekmiş gibi görünüyor Dört büyük dişi ise ağzının iki yanından dışarı sızmış ve içinde gizlenmiş gücün bir ön izlemesini hissettiriyor.
Değeri mi? Ölçülemez.
Değeri bile ölçülemeyen bir şeyi koruyorsanız, içinizde korku da vardır. Surun ötesindeki düşmanlarımız da böyle bir değerin burada korunduğunu biliyorlar. Gel gelelim, biz buradayken bunu elde etmeleri mümkün değil.
Bugün, ikinci kez düşününce, bu mücevheri elde etmelerinin aslında çok kolay olduğunu anladım. Surun büyük kapıya yakın olan yerinde, meşalenin cılız ateşinin altında beklerken, karşımda kuşatmaya hazırlanan bir düşman ordusu vardı. Ancak bu sefer o kuzeyli barbarlar değildi. Karşımızda çelik kadar sağlam cüceler vardı.
Neden bizimle savaşıyorlar, bunu bile bilmiyorduk. Diğer bütün sınır kalelerindeki mücevherleri elde ettiler de en son burası mı kaldı? Başkentten o kadar uzakta ve habersizdik ki…
Cücelerden bahsedecek olursak, onların kuşatma konusundaki becerileri bütün diyarda dilden dile dolaşır.
Mücevherlere düşkündürler.
Aynı zamanda iyi birer savaşçıdırlar da. Ordularında erkek ya da kadın ayrımı olmaksızın, bir bütün olarak savaşırlar. Şimdi ise yüzlercesi karşımızda kamp kurmuş ve kuşatmaya hazırlanıyorlardı. Biz ise sadece 42 kişiyiz. 42.
Onları bir yere kadar tutabileceğimize inanıyorum, ama çok fazla dayanamazdık.
Başkente bir haberci göndermiştim, ancak zamanında yetişeceğinden umudum yoktu. Haberci başkente varmış olsa bile, imparatoriçenin ordusunun buraya yetişeceğini düşünmüyordum.
Eudoxia Kalesi
Kuşatmanın 14. Günü, Tufandan Sonra 758
Hava iyice soğumaya başladı, ancak bu cüceler hâlâ orada çalışıyorlardı. Surun batısında gözetleme yapan savaşçılarımdan birinden gelen habere göre, yanlarında çeşitli yaratıklar da vardı. Savaşçılarımdan biri boğa başlı ve insan vücutlu, yaklaşık 3 metre boyu olan bir yaratık hakkında rapor verdi. Cüceler, minotorlar ile nasıl bir anlaşma yapmış olabilirlerdi ki? Bunu kendi gözlerimle görmeliydim.
Savaşçıyla birlikte batı kanadına gittim. Gerçekten de onlarca minotor vardı.
Her biri, neredeyse kendi boylarındaki kılıçlarıyla ağaçların üzerine darbeler indiriyorlardı.
Gördüklerim karşısında korkumu belli etmemek için çok uğraştım. Neyse ki, yanımdaki savaşçının da dikkati tamamen minotorların üzerindeydi. Kamplarında belli bölgelere sabitlenmiş sancaklarındaki sembol, tıpkı kendi başlarıyla aynıydı. Bir boğa başı, ancak bu sıradan bir boğa başı gibi değildi. Kırmızı gözleri ve sakalları vardı.
Burada onları seyrederek fazla vakit kaybetmemek için surları terk ettim ve çalışma odama gittim.
Eudoxia Kalesi
Kuşatmanın 28. Günü, Tufandan Sonra 758
28 gündür kuşatma altındayız ve hâlâ haberciden ya da imparatorluk ordusundan havadis yoktu.
42 savaşçıyla burayı koruyamazdık. Onları bir süre belki oyalayabilirdik, ancak bu kaleyi 42 kişiyle savunmazdık.
Günlerdir savaşçılarımla yaptığım planlar doğrultusunda ilerlemeye karar verdik. Surun ötesindekileri oyalayarak yeteri kadar zaman kazanmamız gerekiyordu.
Çalışma odamda, bir yandan kalenin bu kadar az sayıdaki savaşçıyla nasıl korunacağını düşündüm ve planlar yaptım.
Bizden yeteri kadar uzak oldukları için bu geceden itibaren gizlice planı uygulamaya alacaktık.
Öncelikle surun 20 metre ilerisine yeteri kadar bir istihkâm yaptık. Buralara yerleştireceğimiz kazıklar bir süre onları oyalayacaktı.
Kazıkların 5 metre gerisine, yine 5 metre derinliğinde ve 10 metre genişliğinde hendek kazdık. Bu hendeğin içine yerleştirmek üzere mevcut kaynakları kullandık. Daha önce yakacak için kestiğimiz ağaç gövdelerinden kazıklar yaparak hendeğin tabanına yerleştirdik. Artık elimizdeki kaynakları, bu ekstra savunma planlarına göre kullandık.
Eudoxia Kalesi
Kuşatma Başladı, Tufandan Sonra 758
Cüceler, Eudoxia Kalesi’ne saldırıya bu sabah başladı. Borazanlarından gelen ses korkutucu bir şekilde atmosferi deliyordu. Sanki duvarları üstümüze yıkıp bizi karın içine gömeceklermiş gibi şiddetle duyuluyordu.
Borazan sesleri 1 dakika sonra kesildi. Bunun yerini, minotorların uğultuları ve cücelerin baltalarının ve topuzlarının kalkanlarına vurarak çıkardığı sesler aldı.
Ardından kuşatma silahlarının kayaları serbest bırakırken çıkardığı sesleri duyduk. Kayaların surlara çarpmasının etkisi o kadar şiddetliydi ki, yer yerinden oynadı.
Yaklaşık yarım saat boyunca dayandık. Ancak bu saldırılar tahmin ettiğimizden de şiddetli oldu. Kuşatma silahlarından gönderilen kayalar duvarlarımızı yıkamadı. Eudoxia her ne yaptıysa, yarım saatte, yaklaşık 70 kaya surlara şiddetli bir şekilde çarptı. En azından ben, kayaların surlara çarparken çıkardığı seslerden 70 tane saydım. Bu kayalar sadece birkaç gedik açtı. Ancak onlar da cücelerin ya da minotorların ulaşabilecekleri noktalarda değillerdi.
Surlar daha fazla dayanamayacaktı. Hemen bir şeyler yapmalıydık.
Eudoxia Kalesi
Surlardaki Gedik, Tufandan Sonra 758
1 saat geçti. Cüceler batı surlarını yıktılar ve minotorlarla içeri daldılar. Surların üstünde değildik, çünkü hendekler işe yaramıştı. Kuşatma kuleleri ve büyük merdivenler surlara yaklaşamadı. Bu yüzden hendek üzerine hızlıca topladıkları ağaç gövdeleriyle köprü yaptılar.
Surlarda gedik açıldığında da hücuma kalktılar ve biz de gediğe yöneldik. Gedik boyunca bir kalkan duvarı oluşturduk.
Önden minotorlar koştu ve ilk onlarla çarpıştık. Kalkan duvarımız işe yaramıştı. Bir süre onları tutmayı başardık.
Savaşçılarımın hiçbirinde korku yoktu.
Yüzlerindeki ifadeyi gördüğümde, onları zamanında gruba dâhil etmekle doğru seçim yaptığımı anladım. Hepsinin dostluğu tartışmasız olağanüstüydü. Bizi güçlü yapan şey gerçekten de dostluktu. Birbirimize çok bağlıydık.
Doğru zamanlamalarla, sırasıyla soldan sağa, kalkan duvarını indirerek kılıçlarımızla karşılık veriyorduk. Bu şekilde 4 minotor öldürmüştük. Ancak arkada dahası vardı, ölenleri kendi taraflarına geri çekiyorlar ve yol açıyorlardı. 6’ncı minotoru öldürdükten sonra, bir çığlık duyduk. Bu bir savaş çığlığıydı. Minotorların arkasından geliyordu ve bulunduğumuz bölgedeki sesleri neredeyse bastırıyordu.
“A’er, Garteus! Gorud’da!”
Kalkan duvarında boşluklar vardı ve bu boşluklardan minotorların arkasında neler olduğunu görmeye çalıştım. Önümüzdeki minotorlardan da uzun ve cüsseli bir minotor vardı. Savaş çığlığı atarak bulunduğumuz yere doğru koştu. 4 metre kadar yaklaştıktan sonra sıçradı.
Minotorun sıçramasıyla yere inmesi bir oldu. Elindeki savaş çekicini hemen solumdaki Pegarius, Cyril ve Mercurius’un bulunduğu yere indirdi.
O kadar şiddetliydi ki, çekicin indiği yerdeki kalkanlar parçalandı ve savaşçıları altında ezdi.
Arkamızdaki savaşçılar da onların cansız bedenlerini geri çektiler.
Onların yerini Vincentius, Opilio ve Quintus aldı.
Savaş çekici olan minotor geri bir adım attı ve çekici yine savurdu. Bu sefer zarar verememişti. Çünkü Quintus, minotorun karnının sağına mızrağını sapladı. Minotor acıyla geri savruldu. Ardından Quintus bir kez daha mızrağını sapladı. Bu sefer hedefi boğazıydı. Savaş çekiçli yaratık oracıkta geberdi. Onun cesedine takılan iki minotor da yere yığıldı. Böylece onları da alt etmemiz kolay oldu. Minotor sayısı azaldıysa da cücelerin kundaklı yaylardan yaptığı salvolar üzerimize yağıyordu. Birkaç tanesi kalkanları delip savaşçılarımdan 3 tanesinin vücuduna saplandı.
Çok kısa bir süre sonra minotorlara cüceler de katıldı. Savaş çekiçleri, baltalar, kılıçlar ve topuzlarıyla darbeler indirmeye başladılar.
Burada daha fazla dayanamayacağımızı anladığımızda, savaşçılarıma geri çekilme emri verdim. Böylece surların 45 metre gerisindeki büyük muhafız kulesinde konuşlandık.
6 dostumuzu gedikte kaybetmiştik. Artık sayımız daha da azaldı.
Kuleye çekildikten sonra kapıları kapattık. Kapıları destekleyebildiğimiz kadar destekledik.
Sandalyeler, masalar ve sandıklar dâhil birçok eşya ile kapıyı destekledik.
Burada biraz soluklanmamız gerekiyordu.
Eudoxia Kalesi
Muhafız Kulesi, Tufandan Sonra 758
Yaklaşık yarım saat içeride kaldık. Henüz destek birliklerinden haber yoktu.
Nasıl mı anlıyoruz?
Minotorların seslerini duyabiliyorduk.
Kulenin kapıları çelikten yapılmıştı. Neredeyse birçok yerinde tuzak da vardı. Özellikle mücevher odasının çevresindeki tuzaklar, bunlardan habersiz birisi için ölümcül olurdu. Biz de mücevher odasında bekliyorduk.
Odada birçok meşale vardı ve her biri kalkanın üzerine vuruyordu. Bu yüzden kalkandan seken ışıkla etraf yoğun bir şekilde yeşil renge bürünüyordu. Loş da olsa, bir ışık vardı.
Oda hepimizi alacak genişlikte olduğu için şanslıydık.
Eudoxia Kalesi
Mücevher Odası, Tufandan Sonra 758
Mücevher odasında beklerken, imparatoriçenin bizi nasıl terk ettiği hakkında, savaşçılar aralarında konuşmaya başladılar.
“Bize değer vermiyorsa, kalkan için neden gelmiyor?”
Mücevher, İmparatoriçe Theodora için çok değerliydi. Birkaç savaşçı arasında bu konuda tartışmaya devam ederken dışarıdaki sesleri duyduk.
“Kaza’den adzu’r. Iz kanz, Theodora!”
Theodora’yı duymuştum. En azından, bu haykırıştan Theodora’yı anladım. Gelmişler miydi? Yoksa bizi yanıltmaya mı çalışıyorlardı?
Cüce bir erkeğin ağzından çıktığı oldukça belli bu sesin ardından, bir kadın sesi de duyuldu.
“Kaçmalarına izin vermeyin! Hepsini öldürün!”
Bu İmparatoriçe Theodora’ydı!
Onun sesini her yerde tanırdım. Gelmişti. Kapıları açtık ve dışarıya çıktık.
Kulenin kapısını açtığımızda imparatoriçenin yüzünü gördük. Adına Güneş dediği zümrüdüankasının sırtından bize bakıyordu. Suratı o kadar güzeldi ki. Tacı da tıpkı zümrüdüankanınki gibi ışıklar saçıyordu. Kömür karası gözleri, simsiyah saçları ve orantılı yüzü esmer tenine o kadar çok yakışmıştı ki. Zırhı orantılı vücuduna çok uyumluydu. Kısa bir süre bakakaldık.
Zümrüdüanka gerilip göğe doğru çığlık attığında kendimize geldik. Bu farklı bir çığlıktı, korku değil, daha çok sesi kulağa eşsiz bir müzik gibi geliyordu.
Theodora’nın güzelliğiyle mest olmuşken o sesi duyup kendimize geldiğimizde, arkasındaki 100 kişilik seçkin imparatorluk muhafızlarını gördük. Bir kısmı gedikte beklerken, diğerleri imparatoriçenin arkasında hiç kıpırdamadan duruyordu.
“Bana olan sadakatiniz için teşekkür ederim,” dedi Theodora.
Her ne kadar bir aristokrat, hatta imparatoriçe olsa da nezaketinden hiçbir şey kaybetmemişti. Bu topraklar bir daha onun gibi bir hükümdar göremeyebilirdi.
“İmparatoriçe Theodora!” dedik heyecanla ve karşısında saygıyla selam verdik.
Theodora’nın Kalkanı ve Eudoxia Kalesi şimdilik bir kez daha güvendeydi.
Ben, Romanus Psellos, İmparatoriçenin baş danışmanı olmuştum.
Eğer böyle bir hükümdarın döneminde yaşıyorsanız, dalkavuklukla değil, başarılarınızdan dolayı yüksek mevkilere çıkabilirsiniz.
Son