“Kalbimde yağmurlar yağıyor,” dedi, adam. “Sessizliğimin çığlıklarını hapsettim hayaletlerle çevrelenmiş korkularımın arasına; sonbahar güneşlerinin soğuk ışıltısı aydınlatıyor kalbimdeki yalnız ormanı, hayaletleri ürkütmeden.”
Keçeleşmeye başlamış, gece mavisi rengindeki pamuk atkısını omzuna attı. Gözlerini güneyin parlak ay ışıklarının vurduğu ovada gezdirdi. Çimlerin üzerinde yer yer sisler vardı. Belli ki sabah vakti kırağı düşecekti.
“Nehirleri tutmak istiyorum,” dedi. “Nehirler,” diye yineledi, sesi titredi. “Kalbim sağır olmaya yüz tuttu.”
Ihlamur ağaçlarının süslediği bir nehrin kenarında beklerken, usulca ve sessizce dans eder gibi akan nehrin sularına baktı. Oturmak için elindeki ceviz ağacından, kuzey illerindeki romantik ve destansı bir balattan esinlenilmiş oymalar bulunduran bastondan destek aldı ve kabaca bağdaş kurarak oturdu.
Ay ışığı, raks eden geniş nehrin sularında parıldıyordu. Altına oturduğu ıhlamur ağacının etrafında beyaz zambaklar vardı. Ay ışığından daha ak çiçeklere göz gezdirdi, sonra nehrin akan suyunu izlemeye devam etti.
İki tarafı dağlarla çevrili çeşitli çiçeklerin ve ağaçların süslediği yemyeşil ovada salına salına esen rüzgârın taşıdığı bitkilerin kokusunu soludu. Gözlerini kapattı…
Eylül…
Şehrin sokaklarına düşen yağmurun doldurduğu oluklar yol boyunca süzülüp kanalizasyonlara akıyordu. Sokağın başından sonuna kadar çapraz olarak yerleştirilen gaz lambaları sokağı loş da olsa aydınlatıyordu. Ellerinde şemsiyelerle hızlı adımlarla yürüyen bazen yalnız bazen de çift hanımefendiler ve beyefendiler evlerine varmaya çalışıyorlardı.
Gece mavisi atkı, siyah soluk palto ve fötr şapkası uyum içinde, tıpkı diğerleri gibi hızlı adımlarla ilerliyordu. Ayakkabısının girdiği yol üzerindeki olukları aldırmıyordu. Sol elinde şemsiye ve meydandaki restoranın karşısında bulunan dükkânın ambleminin bulunduğu paket, sağ elinde de cevizden ağacından üretilmiş kuzeyin meşhur baladının en dokunaklı sahnelerinin süslendiği bastonuyla etrafa bakmadan ilerliyordu.
“İyi akşamlar,” dedi, bir adam. Şapkasını hafifçe eğdi.
Gece mavisi atkısını omzuna atarken, gözlerini yol taşlarından kaldırdı ve karşısındaki adamın yeşil gözlerine baktı.
“İyi akşamlar, bayım,” dedi, gülümsedi.
“Nasılsınız?” diye sordu, yeşil gözlü adamın koluna girmiş zarif giyimli hanımefendi.
“Teşekkür ederim, hanımefendi, gayet iyiyim,” derken yüzünde zor bir gülümseme belirdi. “Sizler nasılsınız?”
“Teşekkür ederiz,” dedi, zarif kadın. “Ancak, sizleri pek iyi görmedim.”
“Evet. Anlatmak istediğiniz bir konu varsa, bizimle daima iletişime geçebilirsiniz,” dedi, yeşil gözlü adam.
“Teşekkür ederim, eksik olmayınız.”
“Rica ederiz, bayım. Öyle görünüyor ki, aceleniz var.”
“Evet, üzerine çığ düşmüş çimler kadar bir yorgunluk ve ağırlık var. Eve gidip dinlenmenin iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Bu yüzden, işimden biraz erken ayrıldım.”
“Kendinize dikkat ediniz,” dedi, yeşil gözlü adam. “Ve lütfen bizimle iletişime geçmekten çekinmeyiniz.”
“Teşekkür ederim, sağlıcakla kalınız.”
Yeşil gözlü adam ve zarif giyimli kadın uzaklaşmaya başladı. Çift uzaklaşırken, o da evin yolunu tuttu.
Kapıya geldiğinde, bir süre bekledi, derin birkaç nefes alıp verdikten sonra içindeki boşluk hissinin derin etkisini bastırmayı denedi. Paltosunun cebindeki evin anahtarını çıkardı.
Kapının kilidini aceleyle açıp içeri girerken elindeki şemsiyeyi hızlıca katladı. Şemsiyeyi kapının eşiğine dayadı, askıya da soluk siyah renkli paltosunu, fötr şapkasını ve gece mavisi atkısını astı. Bastonunu da kapının yanındaki pencerenin önünde bulunan sehpaya dayadı.
İki sandalyeli, bacakları modern desenlerle işlenmiş masanın üzerine dükkânın poşetinin içindekileri hızlıca, ama dikkatlice çıkardı. Satın aldığı birkaç parça gıda ürününü ve içeceği raflara yerleştirdi.
Rafın düzenini sağladıktan sonra yatak odasına açılan kapıyı yavaşça araladı. Birkaç gecedir hiç bozulmamış temiz çarşafın üzerinde, gri ince yorgan seriliydi. Yüzüne yansıyan yalnızlığın yarattığı çizgileri, yorgunluğu ve üzüntüyü yalnızca doksan yedi kış önce inşa edilmiş evinin duvarları görebiliyordu. Kravatını ve ceketini çıkarıp dolabına astı. Kollarını sıvadı ve banyoda elleriyle yüzünü temizledikten sonra salona döndü.
Saatin mekanizmasının sesi, evin salonundaki ölüm sessizliğini bozuyordu. Midesini doldurmak için bir şeyler atıştırdı. Sonra da kitaplığında iki gün öncesinden beri bekleyen, yeni okumaya başlayacağı kahverengi kaplaması olan kitabı aldı. Koltuğuna oturup okumaya başladı.
“Kalbimde yağmurlar yağıyor,” yazıyordu kitabın girişinde.
“İçimdeki boşluğun karanlığı hâkim kılmış kendisini; yağmurlar yalnızlığımı dindirmek için ağlasa bile ne fayda? Sessizliğin içinde mesken edindiğim kurumuş topraklarımı ıslatamıyorlar. Yalnız ve yok olmak üzere bir boynuzu kırık geyik geziniyor karanlık ve puslu ormanlarımda, karanlıktan kurtulacağı yolu bulmayı umut ederek. Ah, yağmurun tatlı sesi kulaklarımı dolduruyor; ezgiler yaratıyor her bir damla yapraklarda ve toprakta her şeye rağmen.”
Karanlık…
Adam, gözlerini yavaşça araladı. Geniş nehrin üzerinde, ay ışığı tüm saflığıyla süzülüyordu. Eli göğsünde zambak çiçekleriyle, ıhlamurlar altından süzülerek yolculuk ediyordu.
“Şimdi buradayım, hiçbir yerde olmadığım gibi…”
Adam, nehrin kenarında onunla yolculuk eden tek boynuzlu geyiği fark etti.
“Ne kadar üzücü değil mi?” diye sordu, tek boynuzlu geyik.
“Nedir üzücü olan?” diye soruya soruyla cevap verdi, adam.
“Şu an unutmak istediğimiz şeyler, bir zamanlar bizi en mutlu eden şeylerdi.”
“Öyle,” dedi, adam, gülümsedi. “Öyle, dostum…”
“Nehirler seni taşıyor, dostum,” dedi, tek boynuzlu geyik adama eşlik ederek. Son ıhlamur ağacının altında durdu. “Nehirler seni dost bellemiş, dostum. Işıkla kal!”
Adam gözlerini kapattı. Geyik, adam uzaklaştıkça ovanın pusunda kaybolmaya başladı. Karanlık, adamı eski bir dostu gibi selamladı ve sarmaladı. Tıpkı hiç ayrılmamak üzere.