Mavi, benim en sevdiğim renktir ve genellikle tüm öykülerimde, romanlarımda ve senaryolarımda kullanırım. Bu öyküye ilham veren şey de mavi oldu.
İnsanlar olarak modern dünyanın karmaşasından uzaklaşmak istediğimizi düşünüyorum. Her ne kadar, modern yaşam olmasa yapamayız desek de, bizi biz yapan doğayla barışık yaşamak aslında demek istediğim.
Mavi Lagün, modern dünyanın karmaşasından uzakta, doğanın gürültüden uzak ve iç ısıtan kollarında bir yaşam süren bir çiftin gözünden, insanın kendi iç dünyasında bir liman bulma arayışını konu edinir. Öykü, kendi içinde bir öyküyü de barındırır. Savaş ve zorluklarla dolu bir dünyada güzelliği arayan bir seyyahın, Mavi Lagün’ü keşfetmesi ve ona isim vermesiyle, bireysel keşiflerimizin ve anlam arayışlarımızın ruhsal bir yolculuğa dönüşmesini işler.
MAVİ LAGÜN
Güney batının ılıman sahillerinden birinde, mercan resifleri sayesinde okyanusa karşı yer edinmiş mavi bir lagün, tüm görkemiyle güneşin turuncu ve sarı ışıklarının dansıyla parıldıyordu. Lagüne göç etmek için sabırsızlıkla bekleyen zeytin yeşili tüyleriyle flamingolar, gün batımına karşı lagünün üzerinde keyif yapıyordu. Flamingoların bazıları lagünün sığ, ama daha derin yerlerinde kanatlarını güneşe karşı açmış ve güneşin tüm sıcaklığını hissederken, diğerleri de kendilerince sosyalleşiyordu.
Lagünün sahilinin içlerinde, sahilin biraz gerisinde, palmiye ağaçlarının arasında, duvarları sarı, çatısı hasırlarla örtülmüş, altı odalı küçük bir motel vardı. Motelde pek müşteri yoktu, ancak burayı işlete çiftin acelesi de yoktu. Zira geçen tatil döneminde yeterince ziyaretçileri olmuştu. Adam motelin ahşap kapısını yavaşça aralayınca akşam güneşinin tatlı ışığı kapıdan içeriye dolmaya başladı. Sıcaklığı yüzünde hissedince tebessüm etti. Fincanındaki yeşil çaydan bir yudum alarak çıplak ayaklarıyla dışarıya çıktı ve motelin önündeki çift kişilik banklardan birine oturdu. Flamingoları izlerken mutlulukla tebessüm ediyordu. Elinde buharı tüten çayıyla kadın da motelin kapısından içeriye dolan akşam güneşinin ışığını yüzünde hissetti. O da adamın yanına, bankın üzerine çıkıp bağdaş kurup oturdu.Öğlen vakti çarşaf gibi okyanusu ısıtıp, kumları kızdırsa da akşam vakti güneş, tıpkı bitkinliğini dindirmek için istirahate çekilen bir tanrıça gibiydi. Işıklarını pek değerli kızı dünyayı ısıtmak için yaymaya devam ettiği hâlde yorgunluğunu ele vermemeye çalışıyordu. Dünya ise kendisini geceye, yani küçük kız kardeşinin mehtabının suların üzerinde süzülmesi için hazırlıyordu. Ne annesi ne de küçük kız kardeşi, dünyayı yalnız bırakmazdı. Her daim orada olduklarını daima hissettirirlerdi.
Güneş ışığı denizin üzerinde yakamozlarla parıldamaya bir süre devam etti. Ardından güneş hükümranlığını aya bıraktı ve mehtap denizin üzerinde süzülmeye başladı. Bazı bazı ay ışığını bulutlar engellese de dünya da kendi ışığını yaratıyordu. Denizleri aydınlatmakla görevliymiş gibi orada bulunan denizin ateş böcekleri de ay, bulutların arkasına saklandıkça sahilde mavi ışıklar saçmaya başlardı. Ay büyük kız kardeşi dünyaya oyunlar oynayarak onu mutlu etmeye devam ettikçe, büyülü ışık oyunları yaşanırdı.
“Şunların adı neydi,” dedi, adam kadına.
“Neyin,” diye sordu kadın, çayından bir yudum aldı.
“Bulutlar ay ışığını gizleyince ortaya çıkan, denizin yüzeyindeki şu mavi ışıklar.”
“Ah, onlar mı,” dedi, kadın. Ancak, adama baktı ve gülmeye başladılar. “Ne olduklarını biliyorsun—-”
Adam, kadının sözünü nazikçe kesti.
“Sadece senden duymak istediğim için sormuştum,” dedi.
“Biyolüminesans,” dedi, kadın, tebessüm etti. Çayını tekrar yudumlarken güldü. “Olamaz. Söylemesi komik, ama bu bir gerçek.”
“Evet, böyle değerlendirebiliriz. Daha şiirsel olarak yakamoz diyelim.”
“Evet, kulağa daha şiirsel geliyor.”
“Aslında, daha bilimsel bir adı daha var,” Kadın çayını tekrar yudumladı. “Noctiluca—-”
“Hayır,” diye sözünü kesti yeniden adam. “Yakamoz kalsın.”
“Bence de,” dedi, kadın. “Flamingolar gitmiş.”
“Evet, onlar da güzelliklerini uykularına borçlular. Belki yarın öbür gün bizim için de başka bir sahilde şarkı söyler ve uyurlar.”
“Belki de.”
“Buraya neden Mavi Lagün dendiğini biliyor musun,” diye sordu, adam.
“Hayır. Uzun süredir burada olmamıza rağmen, bunu hiç düşünmemiştim. Yakamozlar mı? Yoksa mehtap mı?”
“İkisi de değil.”
“O zaman bir öykü mü geliyor?”
“Dinlemek ister misin?”
Kadın banka iyice kurulmak için oturuşunu düzeltti.
“Evet,” dedi, heyecanla.
“Kuzey batının uç sahilindeki kasabada yaşayan bir seyyahın, denizde seyahatler yapan kâşiflerin günlüklerini ve romanlarını okumaktan hoşlandığı söylenir—-”
“Aslında bütün kâşiflerin hikâyesi böyle başlamaz mı?”
“Evet, ama bu bir seyyah ve henüz deniz seyahatine bile çıkmamış. Dolayısıyla onu korkutan şey, karadaki yaratıklardan ziyade denizdekilermiş. Öyle ki, kuzey batıdan doğuya kadar pek çok seyahati olduğu anlatılır. Bunlar bazen kervanlara katılarak, bazen de tek başına yolculuklarıymış. En eğlendiği seyahatleri, kervanlarla birlikte yaptığı yolculuklar olsa da deniz kâşiflerinin seyahatlerine de özenmiş. Onlar birçok farklı kültürden cesur denizcileri toplayıp seyahat ettiklerinden olsa gerek hevesi hiç dinmemiş.”
Adam çayından büyük bir yudum aldı.
“Bir gün, kasabanın pazarında alışveriş yaparken, bir gruba kulak misafiri olmuş. Bu grup, güneye seyahat etmek üzere cesur denizcilerin ve dünyanın keşfedilmemiş yerlerini görmek isteyen insanlara bir çağrıdan bahsediyorlarmış. Elbette sadece keşif veya bilimsel amaçla bu keşiflere katılmak isteyenlerin yanı sıra, zenginlik vaadiyle katılanlar da varmış. İşte bizim cesur seyyahımız da burada toplanmanın nerede olacağını duyduktan sonra hızla evine dönmüş. Çantasına tıpkı karadaki seyahatlerinde olduğu gibi ihtiyacı olan, ama taşıyabileceği kadar her şeyi doldurmuş. Hızla toplanmanın olduğu limana gitmiş.”
Kadın yanındaki semaverden bir bardak daha hem kendine hem de adama çay doldurdu.
“İlginçtir, kâşif kaptan bir kara seyyahının denizde ne işi var, diye kaba bir şekilde söylenmeden onu da geminin tayfasına dâhil etmiş. Yolculukları aynı gece başlamış. Henüz yola çıkalı birkaç gün geçmesine rağmen, okyanusun sert hava koşulları kendisini hissettirmeye başlamış. Geminin gövdesi bazen zarar gördükçe gece gündüz gemi ustaları ve tayfada işten anlayanlar çalışıyorlarmış. Fırtına dindikten sonra biyologlar kendi kamaralarına çekilmiş araştırmalarını sürdürürken, eli silahlı bahriyeliler ise kılıçlarını bileyip silahlarını temizliyorlarmış. Bizim seyyahımız ise kitaplarına gömülmüş okumaya devam ediyormuş. Birkaç ay sonra gemi nihayet bir gece vakti güney batı bölgesine varmış, ancak hedefleri daha ötesiymiş. Bizim seyyahın gözüne güney batı sahilindeki bir lagün çarpmış. Bu lagün gece mehtabıyla maviliğini ve inci gibi ışıltısını tıpkı bir tanrıça ortaya çıkarırken, mehtabı engelleyen bulutlar önüne geçtikçe yakamozlar görevi üstlenirmiş. Seyyah burayı elbette not etmiş. Harita eli yetenekli olduğun, yolculukları boyunca gördüğü bütün sahilleri haritalandırmış, buraya kadar önemli bir kayıt almış.”
İkisi de buharı tüten yeşil çaylarından birer yudum aldılar.
“Geminin kaptanı her ne kadar sert mizaçlı olsa da seyyahın söylediklerine değer vermiş bu lagüne kayıklarla çıkmışlar. Kaptan, lagünün güzelliğine hayran kalsa da seyyaha belki de bu zamana kadar onun isteyebileceği şeyi vermiş. Bu lagünün adını seyyah koyacakmış. O da hem mehtabın hem de yakamozların süslediği denizin üzerindeki ışıltılar nedeniyle Mavi Lagün demiş.”
Kadın tebessüm etti.
“Yani yine de benim söylediğim gibi olmuş.”
“Evet,” dedi, adam çayından bir yudum aldıktan sonra ve güldü. “Ama arkasındaki hikâye yadsınamaz.”
“Elbette.”
Bütün gece mehtabın ve yakamozların denizdeki dansını izleyerek motelin önünde oturdular ve sohbet ettiler. Sabah olunca, ilk müşterileri gelmişti bile. Sevimli bir kuzeyli çift bu Mavi Lagün’deki motelde konaklamak için heyecanlıydı.