Saltanat Kalesi Muhafızı, günlükler hâlinde yazılmış bir öyküdür. Diyarın meşhur generallerinden birisinin günlüğünü bulmuşsunuz da onu okuyormuşsunuz hissi verir. Kendini Romanus Psellos olarak tanıtan bir generalin gözünden anlatılan öyküde onur, sadakat ve cesaret temalarını ön plana çıkarmaya çalıştım.
Psellos, imparatorluğun kuzey sınırındaki unutulmuş addedilen Eudoksia Kalesi’nde, imparatoriçenin en değerli hazinesi olan Theodora’nın Kalkanı’nı korumakla görevlidir. Bu kale, mimari güzelliği ve sağlamlığıyla bilinir. Her güzel şeyin bir de tehlikesi vardır. Öykü, Psellos ve kırk iki savaşçısının, beklenmedik ve gizemli bir şekilde minotorları da içeren bir cüce ordusunun kuşatmasıyla yüzleşmesiyle gerilim kazanır.
SALTANAT KALESİ MUHAFIZI
Her Şeyin Başlangıcı
“Bir yemin ettik, bizler Saltanat Kalesi Muhafızlarıyız.”
Bilinen dünyanın yarısından fazlasına hükmediyorsanız ve sınırlarınızda, imparatorluğunuzu sürekli tehdit eden, tehlike olarak nitelendirdiğiniz düşmanlarınız da vardır. Böyle bir imparatorluğun hükümdarı olduğunuz zaman, sınırlarınızın kontrolüne daima özen göstermeniz gerekir. Sınır güvenliğini devamlı sağlayacak, yeterli istihkama sahip kaleleri ve kuleleri inşa ettirmelisiniz. Kalelerin de profesyonel savaşçılarla korursanız, sınır ötesindeki düşmanlarınızı daima kendinizden uzak tutarken, halkınızın huzur içinde yaşamasını sağlarsınız. Elbette, iç işlerinizde başarısız değilseniz.
Tıpkı İmparatoriçe Theodora’nın yaptığı gibi sınırlarınızın içindeki politik savaş için de hazırlık yapmalısınız. Bunun için aklınızı sürekli sınırlardaki huzursuzluklarla meşgul etmek yerine, müstahkem mevkileri en güvendiğiniz generallere ve yetenekli savaşçılarına etmeniz gerekir.
İşte, böyle düşünen ve ne yaptığını bilen bir hükümdarın döneminde yaşıyorsanız, muhtemelen güç gösterilerine de tanık olursunuz. Hatta biraz daha şanslıysanız ve kendinizi gösterirseniz yüksek mevkilere kadar yükselebilirsiniz.
Ben, Romanus Psellos, o şanslı insanlardan biriydim. Bir zamanlar…
O gün ise kanımızın bile donduğu, imparatorluğun kuzeyindeki, unutulmuş lanet olası bir kaleyi bana sadık kırk iki savaşçımla koruyordum. Özellikle kuzeydeki Mor Nehir ve doğudaki Kızıl Nehir boyunca uzanan sınırlarda da güvenliğinden sorumlu olduğum bu kalenin benzerlerinden var. Ancak, bunlar genellikle isyanların bastırılmasını kolaylaştırmak veya fethedilen bölgedeki halkları tamamen kontrol etmek için inşa edildi. Bizimkisi ise… İşte orası biraz karmaşık! Burası iki ayda bir destek erzakı gönderilen iki yanında altın yapraklı ağaçların hükmettiği görkemli Güneş Dağları’nın uzandığı olan bir geçidi korumak için inşa edildi. Yaklaşık yirmi kış boyunca bu kalenin güvenliği benden soruluyor. İmparatoriçeye ve senatoya karşı sorumluluğum bu kale ve içindeki kırk savaşçıydı. Birkaç kez saldırı da oldu, ama bunlar küçük bir kuzeyli savaş birliğinden başka bir şey değildi. Kaybımız olmadı.
Olamazdı da…
Kale sağlamdı. Hep ayakta kaldı ve iyi de korunuyordu. Bu kaleye gelmeden önce bize söylenen de böyleydi. İmparatorluk başkentinden yola çıkmadan önce, kale hakkında birkaç şey okumuştum. Kalenin inşasını yüz kırk dokuz kış önce, imparatorluğun baş mimarı Eudoksia Omnena üstlenmiş. İlginçtir, buraya onun adını vermişler. Eudoksia Kalesi. İlk defa bir kaleye, bir kadının isminin verildiğini duydum. Hâlâ burada olduğumuza göre iyi de iş çıkarmışlar. Heybetli kuleleri, kalenin kuzeyinde, kapının iki yanına da nizami biçimde yerleştirilmiş. Kulelerin uzun ve geniş pencereleri menzilli savaşçılarımız için dar ve uzun pencereli yuvalarla korunuyor. Sancaklar, muazzam kalenin İmparatoriçe Theodora’nın hüküm sürdüğü topraklara ait olduğunun kanıtı, yelin de etkisiyle her zaman dalgalanıyor. Kuzey tarafındaki büyük ahşap kapılar, çelik kilitler ve desteklerle sağlamlaştırıldı. Bu destekleri ben ve savaşçılarım iki kış önce tamamladık. Kapı on metre kalınlığında ve kırk metre uzunluğundaki surların muhafaza ettiği bizleri ve ardımızdakileri güvende hissettiriyor.
Büyük kale kapısının ötesindeki orman ise kalenin atmosferine de eklenerek, birçok hayvana ve yaratığa ev sahipliği yapıyor. Hatta bazı geceler şu kurt benzeri iki ayakları üzerinde gezinen kahverengi yaratıklar uyku sorunumuzun kaynağı oluyor. Sarmaşıklar da kaleyi boğacakmış gibi surları tırmanıyor. Doğal afetler ve birkaç çatışma nedeniyle, kalenin yıkılan bölümlerinin yeniden inşa edildiğini fark etmemek imkânsız. Kalenin mimarı, Eudoksia hakkında çok fazla kayıt var. Okuma yazma biliyorsanız, imparatorluk başkentindeki kütüphaneye girebilir ve onun hakkında bir şeyler de okuyabilirsiniz. Onun şöhreti bir anlamda bu kaleye de bağlıydı. Bu yüzden bu kadar özenmiş olabilir. Ancak, kale onun ilk askeri mimarisiymiş. Daha önce hamamlar, saraylar ve tapınakların inşasını üstlenmiş. Hatta deniyor ki, Eudoksia’nın soyundan Mimar Antoninus, iki yüz doksan yedi kış önce, Yüce İmparator Herakles’in binlerce altınlık desteğiyle tapınak inşa etmiş. Bu tapınak hâlâ bulunamadı. Herakles Tapınağı bir gün bulunursa, bulan kişi şunu bilsin ki, onun için tapınacak çok fazla insan var. Bizim kültürümüzde imparatorları ilahlaştırmak öyle kolay şey değildir. Ya bir askeri zafer elde etmelisiniz, ki bu adınızdan çok fazla söz ettirmeli ya da politik gücünüzü kullanacaksınız. Herakles, politik gücünü kullanmak yerine bize bu imparatorluğu verdi.
Eudoksia’nın kocası, Karenthius Stratagus da bir zanaatkar olarak zamanında ün salmış. Mücevhercilik sanatını çok iyi icra ediyormuş. Özellikle İmparatoriçe Sophie ve İmparator Iovinus’un tacını ve birçok mücevherini o üretmiş. O asıl olarak, ejderha eğitmeni olarak da bilinir. Karenthius’un şu an bulunduğumuz kalede de işçiliğinden eserler var. İmparatorluk geleneklerine göre, yeni hükümdarlar diyarın sınır noktalarının en güvenli bölgelerine değerli mücevherler gönderirler. Önceki mücevherler ise başkentteki imparatorluk müzesinde sergilenir. Tahta yeni oturan hükümdarlar, gönderdikleri mücevheri koruyabilecek kadar zeki davranırsa, zaten hükümdarlığını garantilemiş olur. Mücevher ortadan kaybolduğunda, mücevherin muhafazasından sorumlu savaşçılar ve generaller sessizce ortadan kaldırılırlar. Hükümdar ise ya sürgün edilir ya da yerine hanedanda, ondan sonra gelen en büyük birey geçer. Henüz böyle bir şey olmadı. Bütün hükümdarlar, bu zamana kadar bu mücevherleri muhafaza ettiler. Temelde kulağa garip gelse de kültür bilerce yıldır evrimleşen bir şeydir.
Karenthius da İmparatoriçe Theodora için yedi farklı mücevher işledi. Ancak, en önemlisi şu an bulunduğumuz kalede muhafaza ediliyor. Theodora’nın Kalkanı deniyor ve boyu ortalama bir insanınki kadar, yani sıradan bir kalkandan epey büyük olduğunu söyleyebilirim.
Söylentilere göre Karenthius, bu kalkanın üretimine, imparatoriçe henüz tahta geçmeden önce başlamış. Kalkan, Karenthius’un eğittiği ve en sevdiği yeşim ejderha Zembir’in yeşil aleviyle dövülmüş. Kalkanın merkezinde İmparatoriçe Theodora’nın sureti var, altında ise Zembir’in sureti. Devasa yeşim gözleri yaratığın kafatasının içine gizlenmiş bir şekilde görünüyor. Bu da ona tehditkâr bir görünüm veriyor. İki boynuzu başının üstünde ince, dik kulaklarının hemen üstünde onun tacıymış gibi ışıldıyor. Burnu sivri ve ince, kavisli ve sanki kalkanın üzerinden alev püskürtecekmiş gibi görünüyor. Dört büyük sivri dişi ise ağzının iki yanından dışarı sızmış ve içinde gizlenmiş gücü hissettiriyor.
Değeri mi? Ölçülemez.
Değeri bile ölçülemeyen bir şeyi koruyorsanız, içinizde korku da vardır. Surun ötesindeki düşmanlarımız da böyle bir değerin burada korunduğunu biliyorlar. Gel gelelim, biz buradayken bunu elde etmeleri mümkün değil. Bugün, ikinci kez düşününce, bu mücevheri elde etmelerinin aslında çok kolay olduğunu anladım. Surun büyük kapıya yakın olan yerinde, meşalenin cılız ateşinin altında beklerken, karşımda kuşatmaya hazırlanan bir düşman ordusu vardı. Ancak, bu sefer o kuzeyli barbarlar değildi. Karşımızda dağlar kadar sağlam cüceler vardı. Neden bizimle savaşıyorlar, bunu bile bilmiyorduk. Diğer bütün sınır kalelerindeki mücevherleri elde ettiler de en son burası mı kaldı? Başkentten o kadar uzakta ve habersizdik ki…
Cücelerden bahsedecek olursak, onların kuşatma konusundaki becerileri bütün diyarda dilden dile dolaşır.
Mücevherlere de düşkündürler. Kim düşkün değil ki? Aynı zamanda iyi birer savaşçıdırlar da. Ordularında erkek ya da kadın ayrımı olmaksızın, bir bütün olarak savaşırlar. Şimdi ise yüzlercesi karşımızda kamp kurmuş ve kuşatmaya hazırlanıyorlardı. Biz ise sadece kırk iki kişiyiz. Kırk iki!
Onları bir yere kadar tutabileceğimize inanıyorum, ama çok fazla dayanır mıyız, emin değilim.
Başkente bir haberci göndermiştim, ama zamanında yetişeceğinden umudum yoktu. Haberci başkente varmış olsa bile, imparatoriçenin ordusunun buraya yetişeceğini düşünmüyordum.
Eudoksia Kalesi – Kuşatmanın 14. Günü, Tufandan Sonra 758
Hava iyice soğumaya başladı, ama bu cüceler hâlâ orada çalışıyorlardı. Dün sabah surun batısında gözetleme yapan savaşçılarımdan birinden gelen habere göre, yanlarında çeşitli yaratıklar da var. Savaşçılarımdan biri boğa başlı ve insan vücutlu, yaklaşık üç metre boyu olan bir yaratık hakkında rapor verdi. Cüceler, minotorlar ile nasıl bir anlaşma yapmış olabilirlerdi ki? Bunu kendi gözlerimle görmeliydim.
Savaşçıyla birlikte batı kanadına gittim. Gerçekten de onlarca minotor vardı.
Her biri neredeyse kendi boylarındaki kılıçlarıyla ağaçların üzerine darbeler indiriyorlardı.
Gördüklerim karşısında korkumu belli etmemek için çok uğraştım. Neyse ki, yanımdaki savaşçının da dikkati tamamen minotorların üzerindeydi. Kamplarında belli bölgelere sabitlenmiş sancaklarındaki sembol, tıpkı kendi başlarıyla aynıydı. Bir boğa başı, ama bu sıradan bir boğa başı gibi değildi. Kırmızı gözleri ve sakalları vardı.
Burada onları seyrederek fazla vakit kaybetmemek için oradan ayrıldım.
Eudoksia Kalesi – Kuşatmanın 28. Günü, Tufandan Sonra 758
Yirmi sekiz gündür kuşatma altındayız ve hâlâ haberciden ya da imparatorluk ordusundan havadis yok.
Kırk iki savaşçıyla böyle bir savaş gücüne karşı burayı ölmeden koruyamazdık. Onları bir süre belki oyalayabilirdik, ama bu kaleyi kırk iki kişiyle savunmazdık. Ya ölecektik ya da… Ölecektik.
Günlerdir savaşçılarımla yaptığım planlar doğrultusunda ilerlemeye karar verdik. Surun ötesindekileri oyalayarak yeteri kadar zaman kazanmamız gerekiyordu. Çalışma odamda, bir yandan kalenin bu kadar az sayıdaki savaşçıyla nasıl korunacağını düşündüm ve planlar yaptım. Bizden yeteri kadar uzak oldukları için bu geceden itibaren gizlice planı uygulamaya alacaktık.
Öncelikle surun yirmi metre ilerisine yeteri kadar bir istihkam yaptık. Buralara yerleştirdiğimiz kazıklar bir süre onları oyalayacaktı. Kazıkların beş metre gerisine, yine beş metre derinliğinde ve on metre genişliğinde hendek kazdık. Bu hendeğin içine yerleştirmek üzere mevcut kaynakları kullandık. Daha önce yakacak için kestiğimiz ağaç gövdelerinden kazıklar yaparak hendeğin tabanına yerleştirdik. Artık elimizdeki kaynakları, bu ek savunma planlarına göre kullandık.
Eudoksia Kalesi – Kuşatma Başladı, Tufandan Sonra 758
Cüceler, Eudoksia Kalesi’ne saldırıya bu sabah başladı. Borazanlarından çıkan ses korkutucu bir şekilde atmosferi deliyordu. Sanki duvarları üstümüze yıkıp bizi karın içine gömeceklermiş gibi şiddetle duyuluyordu.
Borazan sesleri bir dakika sonra kesildi. Artık minotorların uğultuları ve cücelerin baltalarının ve topuzlarının kalkanlarına vurarak çıkardığı sesler vardı. Ardından kuşatma silahlarının kayaları serbest bırakırken çıkardığı o gıcırtıyı duyduk.
Kayaların surlara çarpmasının etkisi o kadar şiddetliydi ki, yer yerinden oynadı.
Yaklaşık yarım saat boyunca dayandık. Ancak, bu saldırılar tahmin ettiğimizden de şiddetliydi. Kuşatma silahlarından gönderilen kayalar duvarlarımızı yıkamadı. Eudoksia her ne yaptıysa, yarım saatte, yaklaşık yetmiş kaya surlara şiddetli bir şekilde çarptı. En azından ben, kayaların surlara çarparken çıkardığı seslerden yetmiş tane saydım. Bu kayalar sadece birkaç gedik açtı. Onlar da cücelerin ya da minotorların ulaşabilecekleri noktalarda değillerdi.
Surlar daha fazla dayanamayacaktı. Hemen bir şeyler yapmalıydık.
Eudoksia Kalesi – Surlardaki Gedik, Tufandan Sonra 758
Bir saat geçti.
Cüceler batı surlarını yıktılar ve minotorlarla içeri akın ettiler. Surların üstünde değildik, çünkü hendekler işe yaramıştı. Kuşatma kuleleri ve büyük merdivenler surlara yaklaşamadı. Bu yüzden hendek üzerine hızlıca köprü yaptılar. Düşmanın bir kısmını yere devirmiştik.
Surlarda gedik açıldığında da hücuma kalktılar ve biz de gediğe yöneldik. Gedik boyunca bir kalkan duvarı oluşturduk. Önden minotorlar akın etti ve ilk onlarla çarpıştık. Kalkan duvarımız işe yaramıştı. Bir süre onları tutmayı başardık.
Savaşçılarımın hiçbirinde korku yoktu. Onlarla gurur duyuyordum!
Yüzlerindeki ifadeyi gördüğümde, onları zamanında gruba dâhil etmekle doğru seçim yaptığımı anladım. Hepsinin dostluğu tartışmasız olağanüstüydü. Bizi güçlü yapan şey gerçekten de dostluktu. Birbirimize bağlıydık.
Doğru zamanlamalarla, sırasıyla soldan sağa, kalkan duvarını indirerek kılıçlarımızla karşılık veriyorduk. Bu şekilde dört minotor öldürmüştük. Arkada dahası vardı, ölenleri kendi taraflarına çekiyorlar ve yol açıyorlardı. Altıncı minotoru öldürdükten sonra, bir çığlık duyduk. Bu bir savaş çığlığıydı. Minotorların arkasından geliyordu ve bulunduğumuz bölgedeki sesleri neredeyse bastırıyordu. O çığlığı çok net hatırlıyordum.
“A’er, Garteus! Gorud’da!”
Kalkan duvarında boşluklar vardı ve bu boşluklardan minotorların arkasında neler olduğunu görmeye çalıştım. Önümüzdeki minotorlardan da uzun ve cüsseli bir minotor vardı. Savaş çığlığı atarak bulunduğumuz yere doğru koştu. Dört metre kadar yaklaştıktan sonra sıçradı.
Minotorun sıçramasıyla yere inmesi bir oldu. Elindeki savaş çekicini hemen solumdaki Pegarius, Kyril ve Merkurius’un bulunduğu yere indirdi. O kadar şiddetliydi ki, çekicin indiği yerdeki kalkanlar parçalandı ve savaşçıları altında ezdi. Arkamızdaki savaşçılar da onların cansız bedenlerini geri çektiler. Onların yerini Vinkentius, Opilio ve Kuintus aldı. Savaş çekici olan minotor geri bir adım attı ve çekici yine savurdu. Bu sefer zarar verememişti. Çünkü Kuintus, minotorun karnına mızrağını sapladı. Minotor acıyla geri savruldu. Ardından Kuintus bir kez daha mızrağını sapladı. Bu sefer hedefi boğazıydı. Savaş çekiçli yaratık oracıkta geberdi. Onun cesedine takılan iki minotor da yere yığıldı. Böylece onları da alt etmemiz kolay oldu. Minotor sayısı azaldıysa da cücelerin kundaklı yaylardan yaptığı salvolar üzerimize yağıyordu. Birkaç tanesi kalkanları delip savaşçılarımdan üç tanesinin vücuduna saplandı.
Çok kısa bir süre sonra minotorlara cüceler de katıldı. Savaş çekiçleri, baltalar, kılıçlar ve topuzlarıyla darbeler indirmeye başladılar. Burada daha fazla dayanamayacağımızı anladığımızda, savaşçılarıma geri çekilme emri verdim. Böylece surların kırk beş metre gerisindeki büyük muhafız kulesinde konuşlandık. Altı dostumuzu gedikte kaybetmiştik. Artık sayımız azaldı.
Kuleye çekildikten sonra kapıları kapattık ve destekleyebildiğimiz kadar destekledik. Sandalyeler, masalar ve sandıklar dâhil birçok eşyayı kapının arkasına istifledik.
Eudoksa Kalesi – Muhafız Kulesi, Tufandan Sonra 758
Yaklaşık yarım saat içeride kaldık. Henüz destek birliklerinden haber yoktu. Nasıl mı anlıyorduk? Minotorların seslerini duyabiliyorduk. Kulenin kapıları çelikten yapılmıştı. Neredeyse birçok yerinde tuzak da vardı. Özellikle mücevher odasının çevresindeki tuzaklar, bunlardan habersiz birisi için ölümcül olurdu. Biz de mücevher odasında bekliyorduk. Odada birçok meşale vardı ve her biri kalkanın üzerine vuruyordu. Bu yüzden kalkandan seken ışıkla etraf yoğun bir şekilde yeşil renge bürünüyordu. Loş da olsa, bir ışık vardı. Oda hepimizi alacak genişlikte olduğu için şanslıydık.
Eudoksia Kalesi – Mücevher Odası, Tufandan Sonra 758
Mücevher odasında beklerken, imparatoriçenin bizi nasıl terk ettiğini savaşçılarımın tartıştığını duydum. Üzgündüler.
“İmparatoriçe bizi terk etti,” diyorlardı.
“Bize değer vermiyorsa, kalkan için neden gelmiyor,” diye soranlar oldu.
Mücevher, İmparatoriçe Theodora için çok değerliydi, âdeta iffetiydi. Sonra bir ses duyduk! Cücelerden birisi çığlık çığlığa sanki ağlayarak bir şeyler söylüyordu. O âna kadar bir şey anlamadım, ama bir cümleyi çok net duydum!
“Kaza’den adzu’r. Iz kanz, Theodora!”
Theodora! O gelmiş miydi? Yoksa bizi yanıltmaya mı çalışıyorlardı? Cüce bir erkeğin ağzından çıktığı oldukça belli bu sesin ardından, bir kadın sesi de duyuldu. Tiz, ama hükmeder bir ses tonuydu.
“Kaçmalarına izin vermeyin! Hepsini öldürün!”
İşte bu İmparatoriçe Theodora’ydı! Onun sesini her yerde tanırdım. Gelmişti!
Kulenin kapısını açtığımızda imparatoriçenin yüzünü gördük. Adına Güneş dediği zümrüdüankasının sırtından bize bakıyordu. Yüzü o kadar güzeldi ki. Tacı da tıpkı zümrüdüankanınki gibi ışıklar saçıyordu. Zeytin gözleri, kömür karası saçları ve orantılı yüzü, pürüzsüz esmer tenine o kadar çok yakışmıştı ki. Altın pullu zırhı orantılı vücuduna oturmuş ve hatta kadınsı vücudunu öne çıkarıyordu. Güzelliğine bakakaldık!
Zümrüdüanka gerilip göğe doğru çığlık attığında kendimize geldik. Bu farklı bir çığlıktı, korku değil, daha çok sesi kulağa eşsiz bir müzik gibi geliyordu. Theodora’nın güzelliğiyle mest olmuşken o sesi duyup kendimize geldiğimizde, arkasındaki yüz savaşçının bulunduğu seçkin imparatorluk muhafızlarını gördük. Bir kısmı gedikte beklerken, diğerleri imparatoriçenin arkasındaydı.
“Bana ve tahtıma olan sadakatiniz için size çok şey borçluyum,” dedi Theodora.
Her ne kadar bir aristokrat, hatta imparatoriçe olsa da nezaketinden hiçbir şey kaybetmemişti. Bu topraklar bir daha onun gibi bir hükümdar göremeyebilirdi.
“İmparatoriçe Theodora,” dedik heyecanla ve saygıyla eğildik.
Theodora’nın Kalkanı ve Eudoksia Kalesi şimdilik bir kez daha güvendeydi.
Ben, Romanus Psellos. Artık imparatoriçenin baş danışmanıyım. Eğer böyle bir hükümdarın döneminde yaşıyorsanız, dalkavuklukla değil, başarılarınızdan dolayı yüksek mevkilere çıkabilirsiniz.