Bir zamanlar hüküm süren kralların ve kraliçelerin yerini ejderhaların aldığı bir diyar düşünün. Burada insanların, duyarsız ve arsız gücünü ve otoritesinin doğasını sorgulayan ejderhalar vardır.
Savaşın eşiğinde olan bir şehirde, bir savaşçı ve ozan Lena’nın, krallığın düşüşünü ve Ejder Kral’ın yükselişini ele alan şarkısıyla, bireysel yeteneklerin ve sanatın tarihin akışını değiştirmedeki rolünü keşfediyorsunuz.
Bu diyarda nice krallar ve kraliçeler düşmüştür, ardından yine de filizlenerek yeni bir düzenin kurulmuştur. Buradaki serüven sizi sadece bir gizemli bir entrikanın beşiğine değil aynı zamanda güç, sadakat ve aşk kavramlarının da sınandığı, derin bir dönüşüme taşır.
EJDERHA NEFRETİ
Al Dağlar’ın eteklerinde, pembe renkli çiçekleriyle hayranlık uyandıran kiraz ağaçlarının süslediği dağın zirvesindeki aktifliğini yitirmiş, çevresini karlar kaplamış volkan tüm heybetiyle oradaydı. Lena, volkanın manzarasını hayranlıkla izliyordu.
Kıvır kıvır saçlarını kulaklarının arkasına sürüklerken gülümsedi ve süt beyazı dişleri âdeta Al Dağlar’ın zirvesindeki karlarla gibiydi. Siyah kaliteli tuniğinin üzerine, boynuna sardığı yeşim rengi fuları onun bir parçası gibiydi. Siyah gözleri ve ince hafif kemerli burnu, zayıf yüzüne nilüfer çiçeğinin olmazsa olmazı beyaz yaprakları kadar çok yakışıyordu. Bulutlar kadar beyaz ve saf teni güneş ışığında ışıldıyor gibiydi. Kahverengi hoş ayakkabıları vardı.
Lena, etrafına bakındı. Oturmak için devrilmiş bir kütük buldu. Rüzgârdan devrildiğini düşündüğü bir ağaç kütüğüne oturdu ve sırtına çapraz astığı ceviz ağacından lavtasını çıkardı. Harika melodileri, bülbül gibi şakıyarak söylediği şarkıyla kucaklamaya başladı.
Hafif bir rüzgâr esti ve kiraz çiçeklerini, yerdeki yemyeşil çimleri sanki onun ezgileriyle ve sesiyle dans ediyormuş gibi salına salına bir sola bir sağa yatırdı.
Lena’nın saçları da bu ahenkli dansa tüm güzelliğiyle ayak uydurdu.
O lavtasını çaldıkça, kiraz çiçekleriyle süslenmiş kiraz ağaçlarının dallarına rengârenk kuşlar kondu ve Lena’ya eşlik edermiş gibi cıvıldamaya başladılar.
Bir süre en sevdiği eserini melodilere döktü. Şarkı söylemeyi bıraksa da lavtasıyla kulakları büyüleyen ezgiler çalmaya devam etti. Mavi saçları rüzgârın etkisiyle salınıyordu.
Lavtasını çalmayı bir süre sonra bıraktı. Rüzgâr da durdu, ama kiraz çiçeği kokusuna karışan olağanüstü papatya kokusu hâlâ saçlarından yayılmaya devam ediyordu. Lavtasını yanına koydu, ellerini, dizlerini göğsüne çekip birleştirdi. Mırıldanarak büyüleyici manzarayı seyretmeye başladı.
“Merhaba,” diye seslendi, Lena’nın arkasındaki yoldan geçen bir ses.
Lena, arkasını döndü. Kısa saçlı, kare yüzünde bir çift siyah göze, diğer insanlara göre nispeten küçük dudaklara sahip, orantılı burun yapısıyla dikkat çeken birisi vardı. Gri ve kaliteli tuniğinin altına siyah pantolon giyinmişti. Dizlerinin altına varan botları vardı. Omzuna çapraz astığı çantasının ağzından kağıtlar taşmış, ön gözünde ise çeşitli renklerde kalemler vardı.
“Merhaba,” diye karşılık verdi, Lena. Oturduğu yerden ayağa kalktı ve kütüğün üzerinden atlayıp, onu selamlayan kişiye yaklaştı.
“Ben, Denlorn,” dedi, artık kendisini tanıtmış kişi. Elini uzattı.
“Lena,” dedi, kendisine uzatılan eli sıkarak ve gülümsedi.
“Memnun oldum, Lena,” Denlorn da gülümsedi. “Az önce, lavtanla yarattığın harika ezgileri duydum. Bir selam verip hoş sohbet etmek istedim. Elbette bir sakıncası yoksa.”
Lena, bembeyaz dişlerini gösterip kibarca gülümsedi. Hafif esen rüzgârla yüzünü örten saçlarını şirin kulaklarının arkasına attı.
“Hoş sözlerin için teşekkür ederim, Denlorn,” Kibarca reverans yaptı. Zarif ve ince vücudu âdeta nilüfer çiçekleri gibiydi. “Ve hayır, hoş ve dolu dolu bir sohbetin kimseye zararı olmaz.”
“Çok naziksin, Lena,” dedi, Denlorn ve gülümsedi. Sırt çantasındaki birkaç taslağa sahip öyküsünü çıkardı.
“Ben de öykülerim için ikinci bir bakış açısından yararlanmayı ve yorum almayı çok isterim.”
“Öykü mü yazıyorsun,” Lena’nın gözleri parladı. Taslaklara gülümseyerek baktı. “Hani şu destanlardakiler gibi. Harika! Ben de zaman zaman bir şeyler karalıyorum. Ancak, sürekli vakit ayıramıyorum. Hatta birkaç kez Yeşim Ejderhanın Gözleri adlı bir kültür gazetesinde yayımlanan yazılarım var.”
“Öyle mi? Okumak isterim.”
“Batıda çok da uzak değil, Altın Yonca Hanı’nda bir şeyler için üzerine konuşalım. Ben de senin taslaklarını okumayı çok isterim.”
“Elbette, çok memnun olurum. Zaten biraz da karnım acıkmıştı. Sana Altın Yonca’nın meşhur baharatlı patates közlemesini ve kök birasını ısmarlayabilirim,” dedi, Denlorn. “Üzerine taslakları da çalışırız.”
“Ah,” Lena, gözlerini iştahla açtı. “Harika bir ikili…”
Lena, kütüğe dayadığı lavtasını sırtına çapraz astı. Denlorn da taslaklarını çantasına yerleştirdi. Daha sonra yola koyuldular. Güneşin koyu altın rengi, ufku sarmıştı. Batmak üzere olduğunu ve hükümdarlığını aya devredeceğini haber veriyordu.
İkisi batıya doğru giden yol üzerinde ilerlerken, bir yandan Al Dağlar’ın güzelliğinden ve Arilnor’un ejderha suretinden bahsediyorlardı. Diyarın karasal sureti tıpkı kanatlarını iki yana açmış bir ejderhaya benziyordu. Bir yandan da birbirlerinin öykülerini değerlendiriyorlardı.
Güneş son ışıklarını da Arilnor’a yaydıktan sonra, Denlorn ve Lena, Altın Yonca Hanı’na vardılar.
Altın bir yonca ile süslenmiş çarpıcı bir tabelası olan han, yenilenmiş ve temiz duvarlara sahipti. Pencereleri açıktı ve içerinin şen şakrak kahkahaları, ağız sulandıran ve midelere zil çaldıran yiyeceklerin kokusu dışarıdan da hissediliyordu.
Denlorn, iç geçirdi handan yayılan kokuyu soluyarak.
“Öyle! Harika kokuyor. Bir an önce şu baharatlı patates közünü yemek için sabırsızlanıyorum,” dedi, Lena.
“O zaman önden buyur, Lena,” dedi, Denlorn.
“Teşekkürler!”
Hana girdiklerinde insanların alkolden kızarmış yüzlerini, bazı masalardaki sarmaş dolaş çiftleri, hancının heyecanla bir konuyu anlatırken attığı kahkahasını duyup bir yandan kök birasını doldururken döktüğünü gördüler.
Hanın içi kuzey Arilnor kültürüne göre tasarlanmıştı. Batı duvarında gri bir kurdun başı, sağında ve solunda da el örmesi kuzey kültürüne ait desenlere sahip halı vardı. Kuzey duvarında hancının servis yaptığı bar vardı. Sağında da mutfağa açılan bir kapı bulunuyordu. Hanın doğu duvarı boştu, sadece iki pencere eklenmişti. Perdeleri çekilmişti. İçeride on iki masa ve bazı masalarda dört ahşap sandalye varken, bazılarında iki sandalye vardı. Sandalye ve masa bacakları kuzeye özgü işlemelerle süslenmişti. Hanın içindeki işlemeli eşyalar bunlardan ibaret değildi. Dekorasyon amaçlı yerleştirilmiş dört sütun vardı ve bunlar aynı kültüre ait işlemelere sahipti. Bazı sütunlarda cazibe bölgeleri belirgin insanlar vardı. Han pek çok büyük mumla ışıklandırılıyordu. Tavandan asma mumlar büyüktü ve pirinçten üretilmiş sarkıt avizelerin içindeydiler.
“Dostlarım,” dedi, hancı. Belli ki Denlorn ve Lena’nın içeriye girdiklerini görmüştü. O sırada ahşap bardaklara bira dolduruyordu. “Boş bir masa bakın, ben de hemen geliyorum.”
Denlorn ve Lena, hanın batı bölümünde boş iki kişilik masa buldular. Hanın şen bir havası vardı. Atmosferi baharatlı köz patates ve çeşitli kızartmalar, haşlamalar, biraz da alkol kokuyordu.
Hancı, barın arkasından çıkabilmek için biraz zorlandı. Sarı Erlan adlı hancı göbekliydi. Ancak, her zaman vücuduyla barışıktı. Sakalları göğsüne varıyordu. Bıyıklarını yukarı kıvırmıştı. Beyaz önlüğü temizdi. Kahverengi tonlarına sahip kıyafetleri ve ayakkabısı vardı. Sarı saçları neredeyse seyrelmişti. Barın üzerindeki ahşap tepsiye, kök birası doldurduğu iki ahşap bardağı koydu. Denlorn ve Lena’nın oturduğu masaya doğru ilerledi.
“Hoş geldiniz,” dedi sevecen bir suratla Lena’ya bakarak. Ardından gözlerini Denlorn’a çevirdi. “Sizi burada görmek ne güzel, Denlorn.”
“Seni de öyle, Erlan. Biralar bize mi?”
“Elbette,” Göbeğini hoplata hoplata güldü. Biraların köpükleri biraz da olsa ahşap tepsiye döküldü. “Oho!”
“Hey! Biralarımızı dökme, uzun yoldan geldik,” diye araya girdi, Lena.
“Tamam, tamam. Sakin olun! Henüz fıçılarımız dolu. Sabaha kadar yetecek kök birası, baharatlı şarap var. Altın Yonca Hanı, bu güzergâhtaki en iyi handır. Övünmek gibi olmasın. Özellikle baharatlı patates közlerimizi duyduğunuzu düşünüyorum. Ah, bir de bunların yanına ayran çorbamızı da içmelisiniz.”
“Ayran çorbası mı,” diye sordu, Lena. İpek gibi saçlarını kulaklarının arkasına sürükledi.
“Evet! Çok da lezizdir. Aynı gün içerisinde dört tabak bitirdiğimi biliyorum.”
Lena, meraklı bakışlarla onu dinliyordu. Denlorn ise ikisinin muhabbetini gülerek izliyordu.
“Ayran,” dedi, Sarı Erlan. “Buğday ve mısır. Ek olarak, eğer talep olursa, maydanoz ya da dereotu da ekliyoruz.”
“Kulağa leziz geliyor,” Lena’nın iştahı gözlerinden belli oluyordu.
“Olabilir. O zaman önden ayran çorbası ve devamında baharatlı köz patates ve kök biralarımızı alalım,” dedi, Denlorn.
“O hâlde, çorbadan önce birer kök birası için bakalım.”
Hancı Erlan, tepsideki kök birası dolu ahşap iki bardağı masaya bıraktı.
“Buyurun,” dedi, Erlan. “Bu da size, hanımım.”
“Teşekkürler, Erlan!” dedi, Lena. Ardından ahşap bardaktaki birayı soluksuz içti. “Bir tane daha!”
“Ohoo! Hanımefendi, ayran çorbasıyla bu kadar fazla bira içmemenizi öneririm. Midenizi bozabilirsiniz. Önce çorbalar,” dedi, Erlan. O meşhur tok gülüşünü tekrarladı. Önlüğünü düzenledi. “Ben siparişlerinizi hazırlatayım. Birazdan gelir.”
Denlorn, önce Lena’nın ısrarıyla kendi taslaklarından ve yazdığı öykülerin dünyalarından bahsetti. Bir ara handa, yüksek sesle tartışan bir gruba kulak misafiri olmak zorunda kalmışlardı. Sesli sesli konuşan grup, kuzeyin inci şehri Yelkalkanından yola çıkan ve Friga adlı şehre yolculuk eden bir kervanın soyulmasını, alkolün de etkisiyle hararetli bir şekilde değerlendiriyorlardı.
“Bu kesin Ak Gelincik Haydutları’nın işidir,” diye çıkıştı, uzun boylu ve geniş omuzlu, yağlı suratı ve lüleli saçları olan adam. Suratı alkolden kıpkırmızı ve yağlı olduğu belliydi. Şarabını bir dikişte içti. Yerine hemen yenisi geldi.
“Hayır. Aynı fikirde değilim, evlat,” dedi, saçına ve sakalına aklar düşmüş, yüzünde yılların kırışıklıklarını barındıran yaşlı adam. “Bu daha farklı bir olay. İpin ucu farklı bir yere gidiyor. O kervan değerli yeşim ve yakut taşlarının yanı sıra, önemli diğer eşyaları da taşıyordu.” Kök birasından, alkol öyle değil böyle içilir der gibi, biraz yudumladı. “Mavi İpek Kimono.” Birkaç saniye uzaklara daldı. Sanki bir şeyler hatırlamaya çalışıyormuş gibiydi. “Bu kimono Ejderyürek Kralları’nın kraliçeleri için özel üretilir. Çok değerlidirler. Tahmin edemeyeceğiniz kadar hem de.”
Usulca birasını yudumlamaya devam etti. “İşte onun peşindeler. Çünkü bu kimono olmadan, bir kral herhangi bir kadını kraliçesi ilan edemez. Evlense bile bu mümkün değildir. Bu resmi bir törenle olur ve resmiyeti, bir kralın taç giymesi gibidir.”
“Peki, kim bunun peşinde olabilir ki,” diye, küçümseyerek sordu saçları kısa, burnu büyük ve hafif kemerli, gözleri ela olan adam. “Saçmalık. İhtiyar, yine uyduruyorsun!”
Yaşlı adam cevap vermedi.
Lena ve Denlorn, kendi konularına döndüler. Handa masalar bir boşalıyor bir doluyordu. Aralarındaki muhabbet öyküler, müzik, edebiyat, günlük konular, dünyanın diğer yöreleri hakkında konuşmaya devam ederek sürdü.
“Kusura bakmayın! Yemekleriniz biraz gecikti, biliyorum. Ancak, mutfakta bazı sorunlar çıktı. Onları halletmem gerekti. Neyse ki artık sorun yok. İşte, umarım beğeneceksiniz,” dedi, Erlan ve leziz yiyeceklerin olduğu tabakları masaya koydu. Kokular neredeyse tüm hanı sarmıştı.
“Leziz görünüyor,” dedi, Lena.
“Gerçekten öyle,” diye onu onayladı, Denlorn.
Yemekten sonra birer kök birası daha sipariş verdiler.
“Biliyor musun,” dedi, Denlorn. “Mavi İpek Kimono olayı gerçek olabilir. Bunun dışında tek değerli yadigar bu değil. Ejder Kral Kılıcı ve Yeşim Kalkan Bayrağı vardı. Ancak, bir tane daha var.”
Lena, kök birasından yudumladıktan sonra, üst dudaklarına yerleşen bira köpüklerini yaladı. Söze girdi.
“Ve bir de Kiraz Çiçeği Yadigarı. Onu duymuştum. Hikâyesi bin kış öncesine dayanıyor. Arilnor’un Al Dağları’nın güneyindeki Kirazdiyar Kasabası’na yerleşen bir halka ait yadigar olduğunu söylerler.”
“Evet. Onu ben de biliyorum. Gerçekten bu halk kiraz ağaçlarını ve çiçeklerini kutsal biliyor. Çok ilginç değil mi?”
“Evet,” dedi, Lena. “Öyle ki, kırmızı yakuttan taneleri ve yeşil yeşim taşından sapları olan bir yadigar üretmişler. Elbette bu bir söylenti. Henüz.” Göz kırptı.
“Arilnor’dayız, Lena. Bir söylentinin, hele ki bin kışlık bir söylentinin, gerçek olma olasılığı ne kadar düşük olursa olsun bence gerçeklik ihtimalleri de bir yerlerde saklıdır.”
“Kesinlikle katılıyorum. Güneydeki Flamingo Adaları’nın doğu parçasında pembe flamingolar var. Batı parçasında ise, keşfedilene kadar siyah renkli flamingoların varlığından haberdar değildik.” Lena, tebessüm etti. Erlan’a bir bakış attı. Boş ahşap bira bardağını, bardağın boşaldığını göstermek için ters çevirdi.
Erlan, eliyle handa servis yapan bir gence işaret yaptı. Bar masasının üzerine koyduğu dolu bira bardağını gösterdi. Ardından Lena ve Denlorn’un oturduğu masayı işaret etti. Erlan barda pek yoğun görünüyordu. Aynı zamanda arkasındaki mutafa açılan küçük pencereden de hazırlanmış yiyecekleri servis ediyordu.
Handa masalar boşaldığında yerine her zaman birileri geliyordu. Altın Yonca Hanı’nın ünü tüm Arilnor’daydı.
“Haklısın,” diyerek onayladı, Denlorn. “Flamingo örneğine bayıldım. Bu da gösteriyor ki, şimdinin efsaneleri, geçmişte benzerinin var olduğunun kanıtı olabilir. Ejder Kral Kılıcı ve Yeşim Kalkan Bayrağı da aynı. Ancak, bunlar efsane değil. Tıpkı senin gündüz vakti gök kadar berrak saçların ve nilüfer çiçekleri gibi beyaz ve saf teninin güzelliği kadar gerçekler.”
“İçeceğiniz, hanımefendi,” Servisi yapan genç, kök birası dolu orta boy ahşap bardağı Lena’nın önüne bıraktı ve baş bardağı alıp masadan uzaklaştı.
O sırada Lena, Denlorn’un ona iltifatını duyduktan sonra kıkırdamaya başlamıştı.
“Teşekkür ederim,” dedi, Lena. “Lütfen devam et, Denlorn.”
“Bu arada çerezleriniz!” diye hızlıca çıkageldi, genç.
Denlorn, birasından bir yudum aldı. Barda ona el sallayan Erlan’a baktı. Eliyle teşekkür ettiğini belirten bir hareket yaptı.
“Yer fıstığı! Hem de tuzlu,” dedi heyecanla, Lena. “Evet, şimdi seni dinliyorum.”
“Diyordum ki, Ejder Kral Kılıcı ve Yeşim Kalkan Bayrağı birer efsane değil. Kılıç, Arilnor’a ilk yerleşen eskinin Ejderyürek Kralları için yeryüzüne düşen bir göktaşının madeni kullanılarak dövülmüş. Nasıl bir şey olduğunu hayal et. Göktaşından bir kılıç üretilmiş. Harika!”
Birasının son yudumlarını da içti ve ona doğru yaklaşan gence, başka içmeyeceğini belirtti.
“Sonra, Yeşim Kalkan var. Bu da aynı göktaşının madeni kullanılarak dövülmüş. Bayrağa işlenmiş bu kalkanın gücü muazzam derler. Üzerine yeşim taşlarla, Yeşim Ejderha’nın, hani dokuz bin kış önce tüm diyarlara hükmeden ejderhanın, sureti işlenmiş.”
“Peki,” diye araya girdi, Lena. “Kalkan için bu kadar yeşim taşıyla işleme yapılmış da kılıç için yapılmamış mı?”
“Elbette yapılmış,” dedi, Denlorn, yer fıstığını yerken. “Kılıç için yakut taşlarından kabzaya işleme yapılmış. Her iki yanına da.”
“Büyüleyici.” Lena, bardağındaki son yudumları da içti ve bitirdi.
“Bir bardak daha ister misiniz,” dedi, bir başka servis yapan genç.
“Hayır,” diye cevap verdi, Lena. Sonra Denlorn’a döndü. “Gerçekten de efsanelere konu olacak örnekler görüyoruz. Yakından görmek nasıl bir duygudur acaba?”
“Olağanüstü olsa gerek.”
Bir süre susup, fıstıkları yediler. Sonra Denlorn söze girdi.
“Baksana, Ejder Kral Kılıcı ve Yeşim Kalkan Bayrağı şu an Ejderyürek Şehri’nde muhafaza ediliyor.”
Bakıştılar.
“Aynı şeyi mi düşünüyoruz,” diye sordu, Lena.
“Bence öyle!”
“O hâlde, bu gece burada konaklayıp yarın erkenden yola koyulalım. Ne dersin?”
“İyi fikir.”
İkisi de o gece ayrı odalarda, Altın Yonca Hanı’nda konakladılar.
Lena ve Denlorn, ertesi sabah erkenden yola çıktıklar. Güneş hayat veren ışıklarını Arilnor’a yavaş yavaş yaymaya başlamıştı. Kırlangıçlar ani manevralarla gökyüzünde vals yapıyorlardı.
İlkbaharın son çeyreği olduğu için çiçekler tam anlamıyla güzelliklerini göstermiş, kuşlar en güzel ezgileriyle cıvıldıyorlardı. Usta bir ozanın lavtasını çalışı gibi büyüleyiciydi. Ejderyürek Adası’na kadar olan yol düzlüktü ve çeşitli çiçeklere ev sahipliği yapıyordu. Tıpkı bir ressamın pastoral çalışması gibi görünüyordu. Kuyulardan su çeken köylü kızlar rengârenk kuğular gibiydiler. Arilnor’un batı kanadını Ejderyürek Adası’na bağlayan köprüden geçerken nehrin çağıldaması duyuluyordu. Nehrin kuzeye ve güneye yayılan kolu tüm ahengiyle dikkat çekiyordu.
Ejderyürek Adası, kırmızı kumuyla meşhurdu. Adanın batıya yayılan kolu kırmızı kumları da taşıyordu. Kan Gölü’ne kadar olan nehir yatağının kıyıları bu yüzden yer yer kırmızıydı. Kan Gölü de zamanla kırmızı renge bürünmüştü. Denlorn ve Lena, Ejderyürek Adası’nın kırmızı çiçeklerle kaplı toprağından, Ejderyürek Şehri’ne yol olan köprüden geçene kadar Kan Gölü’nden bahsettiler. Lena, bu göle özel olarak yazdığı bir şiirin de ilk dizesini okudu. Keyifleri yerindeydi. Havada uçuşan arıların vızıldaması, telaşla bir çiçekten ötekine uçup polen toplamaları, bal üretmek ve kraliçelerini memnun etmek için olağan güçleriyle çalıştıklarını apaçık bir örneğiydi.
“Arılar,” dedi, Lena, neşeli bir sesle. “Çok çalışkanlar. Asla vazgeçemeyeceğim bir şey yapıyorlar. Tabii ki onlar benim midemin zillerini çalan bala olan hayranlığımın belki farkında değiller. Petek petek yiyebilirim, ama sonrasında yürümek biraz zor olabilir. Hele bal likörü,” dedi ve dudaklarını iştahla ıslattı.
“Bal likörünü çok aramam, ama balı bir gıda olarak tereyağı ve sütle yemek pek keyifli,” diye katıldı, Denlorn. “Fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde tüten birkaç dilim mısır ekmeğinin üzerine taze tereyağı ve üstüne de çiçek balı sürüp yemenin—-”
“Hayali bile güzel ve ağız sulandırıyor,” diye araya girip tamamladı, Lena.
“Gerçekten de öyle.”
Denlorn ve Lena, Ejderyürek Adası ile Ejderyürek Şehri’ni birleştiren köprüyü geçtiklerinde dikkatlerini şehrin olağanüstü surlarına verdiler.
Surlar özenle işlenmiş ve dizilmiş kayalardan oluşuyordu. Köprünün takip ettiği yol doğrudan şehrin büyük kapılarına varıyordu. Kapılar parlak metallerden üretilmişti. Doğan güneş doğrudan bu kapılara vuruyor ve görkemini gözler önüne seriyordu. Kapının iki yanında işlemeli, surlara kadar yetişen sütunlar vardı. Sütunların üstüne ejderha heykelleri yerleştirilmişti. Yeşim taşından işlenerek hazırlanan bu ejderhalar da güneşin ışıklarıyla parıldıyordu. Surlar yüzer metre aralıklarla dikilmiş gözcü kuleleriyle korunuyordu. Kapının iki yanında da gözcü kulübelerinde teberli, baştan aşağıya zırhlanmış savaşçılar nöbet tutuyorlardı. Burası Arilnor’un en canlı şehriydi. Diyarın dört bir yanından gelen kervanlar, seyyahlar, yeni bir hayat umuduyla yolculuk eden göçmenler ve farklı farklı bölgelerden insanların ortak buluşma noktasıydı.
Kirazdiyar Kasabası’nda kiraz şarabı üreten çiftçi de buraya geliyor, Yelkalkanı Şehri’nde özel Yelkalkanı Peyniri ve tütsülenmiş somon hazırlayan satıcılar da buraya geliyordu. Kalay, şarap, tütsülenmiş balık, ipek kumaşı, çeşitli madenler de Ejderyürek Şehri’nde alıcı buluyordu. Şehrin kapıları, güneş battıktan sonra sabahın ilk ışıklarına kadar kapalı kalırdı. Ejder Kral’ın kesin emirleri vardı. Özellikle geceleri şehir uyku hâlindeyken nöbetçiler artırılırdı.
Denlorn ve Lena, şehre bir kervanın arkasına katılıp girmek üzere yürümeye başladılar.
“Hey! Kiraz şarabı bu,” dedi, Denlorn. “Tadı harikadır.”
“Sever misin?”
“Hem de çok.”
“Denemek isterim,” dedi, Lena heyecanla.
“Şehir birçok farklı öğeyi barındırıyor, Lena. Burada tüm Arilnor’u görebilirsin. Herkes ve neredeyse her şey burada,” dedi, Denlorn. “Burası bir başkent.”
Denlorn ve Lena, Ejderyürek Şehri’ne girdiklerinde önce alt tabakanın yaşadığı mahalleden geçtiler. Bu mahallede, çeşitli sokak yiyecekleri satılıyordu. Bunlar genelde küçük çerezlerdi. Lokmalıklar. Pek iştah açıcı değillerdi. İnsanlar genelde boz renkli tunikler giyinirdi. Kimisinin tuniği, kimisinin pantolonu yamalıydı. Kadınlar evlerinin önünde oturmuş, şehrin lüks bölgelerinden ve bir gün oralarda da yaşamaktan bahsederken, erkekler de boş boş elleri ceplerinde kaldırımda yürüyorlardı. Çocuklar, kâğıt gemileriyle yağmurun biriktiği oluklarda oynuyorlardı. Bu mahallede çeşitli evlerin arasında bazı satıcılar da vardı. Satıcıların tezgâhlarında sebzeler neredeyse çürümeye yüz tutmuştu. Ancak, mahallede yaşayan insanlar yine de sebzeleri satın almayı tercih ediyorlardı.
Genel olarak, mahallenin durumu içler acısıydı. Denlorn ve Lena, mahallenin bu durumunu ve sakinlerini görünce üzülmüşlerdi. Dilenci yoktu. Oysa ki, Lena, diğer şehirlerde dilencileri ve hatta sokak ortasında güpegündüz hırsızlık yapanları görmüştü.
Biraz ilerledikten sonra bir yol ayrımına geldiler. Sağa giden yol biraz daha ortalama bir yapılanmaya sahipti. Sola giden yol ise daha lüks görünüyordu. Daha yolun başındaki kaldırım taşları, diğer iki mahalleye göre nispeten düzenliydi. Soldan ilerlemeyi tercih ettiler. Çünkü şehrin müzesine giden en kısa yol sola kıvrılan batı bölümünden geçiyordu. Burası kültür bölgesi olarak da biliniyordu. Neredeyse, tüm kültür binaları buraya inşa edilmişti. Açık ve kapalı tiyatrolar, çeşitli kalitelerde satış yapan kıyafet satıcıları, zırh ve kılıç atölyeleri, mücevherat satıcıları, süs eşyaları satanlar, birahaneler, çeşitli zevklere hitap eden hanlar ve genelevler dâhil birçok işletme burada yer alıyordu. Tabii ki, benzer işletmeler, diğer mahallelerde de vardı. Ancak, çeşitlilik az olsa da tercihler değişmiyordu. İnsanlar ekonomik durumları ne olursa olsun, kendilerine uygun tercihlere yönelebiliyorlardı.
Ejderyürek Şehri binlerce kış aynı Ejder Hanedanlığı tarafından yönetiliyordu. Üç bin yedi yüz yirmi iki kış önceki iç savaş ve ardından gelen, iki yüz kışlık askeri yönetim, bu şehri başka bir boyuta sürüklemiş ve kafa karışıklığına yol açmıştı. Toplumsal ve politik değişimler, insanların yaşayış biçimlerini etkilemekle kalmamış, âdeta değiştirilemez bazı kuralları merkez alarak kendilerini ve hanelerini güçlendiren kişiler ortaya çıkarmış, diyarda tek söz sahibi olmaya karar vermişlerdi. Bu zaman kadar bazı dönemlerde ayaklanmalar olduysa da Ejder Kralları bunların üstesinden gelmişlerdi.
Lena ve Denlorn’un ilk ziyaret ettikleri müze Ejder Krallığı Ulusal Müzesi idi. Bu müze beyaz mermerden inşa edilmiş bir yapıydı. On iki basamaktan oluşan merdiven yukarı erişip kapının iki yanındaki işlemeli mermer sütunlarda bitiyordu. Merdivenler, kenarlarına dikilen küçük çamlar ve kaidelerle süslenmişti. Müzenin düz bir çatısı vardı ve tamamen kapalıydı. Gelgelelim bir sur veya kule görünümü veren inşa yapısı dikdörtgen taşlar çevresine dizilmişti. Bu tasarımı hem bir kale görünümü hem de bir kültürel bina görünümünü harmanlıyordu.
“Harika! Şuraya bak,” dedi, Lena heyecanla müzeye girdikten sonra. Bir antik bir yaratık iskeletini gösteriyordu. “En az dört bin kışlık olabilirmiş. Muazzam.”
“Evet,” diye onayladı, Denlorn. “Sanırım bir ejderhaymış. Yazılar biraz silinmiş, ama yine de okunuyor.”
Müzede sadece ejderha iskeletleri değil, pek çok yadigar vardı; kılıçlar, kalkanlar, zırhlar, takılar, binlerce yıllık kitaplar ve yazıtlar.
Lena ve Denlorn, bu tarih kokan müzede gezerken sonunda aradıkları yadigarların bulunduğu bölüme gelmişlerdi.
“Ejder Kral Kılıcı bu bölümde olmalı,” dedi, Denlorn.
“Evet. İşte şurada, ahengi görüyor musun? Halesi o kadar kuvvetli ki.”
Ejder Kral Kılıcı, çevresindeki hale sayesinde cam fanusun içinde bir şövalyeye ya da kaideye yerleştirilmeden süzülüyordu. Havada öylece kendi etrafında dönüyordu. Kabzasının üstünde bir oyuk vardı. Bu oyuğun içinde de işlemesi hayranlık uyandıran bir sembol vardı. Yakut madeni kullanılarak işlenen bu taşın üzerinde Ejder Kral yazıyor ve yazının altında ise bir ejderha kafası yer alıyordu. Kılıcın kabzası ceviz ağacındandı, üzerine ise kaliteli bir deri kaplanmıştı. En üst katmanda ise şeritler sarılmıştı. Kılıç göktaşından üretilmişti. Bu kılıcı sadece Ejder Kralları kuşanabiliyordu. Ancak, güçlerinin bir sembolü olarak bu kılıcı sergilemeyi seçerlerdi.
“Bu bir kopya,” dedi, Denlorn. Şaşkın bir şekilde kılıca baktı. “Nasıl olabilir? Ejder Kralları bu kılıcı yanlarında taşımazlar. Güç göstergesi olarak müzede sergilerler.”
“Kopya olduğunu nasıl anladın,” diye sordu, Lena.
“Kılıç son savaşta kullanılmıştı. Her ne kadar kullanılması şart olmasa da,” Ellerini göğsünde birleştirdi. “Çok narin bir parçadır. Çatışma sırasında çatlamıştı. Sol tarafında bir kırık oluşmuştu. O parça asla bulunamadı. Ancak, bu kılıçta herhangi bir zarar yok. Âdeta yeni dövülmüş gibi görünüyor.”
“Sanırım haklısın,” Yeşim Kalkan Bayrağı’nın bulunduğu kaideyi işaret etti, Lena. Üstü örtülmüştü.
“Olamaz,” dedi, Denlorn. “Kervanda bunlar da taşınırken aynı saldırıda çalınmış olabilir mi?” Çenesini sıvazladı. “Çünkü ele geçirilen iki yadigardan söz ediliyordu.”
Birbirlerine baktılar. Lena, kıvırcık saçlarını düzeltti. Yeşim Kalkan Bayrağı’nın yerleştirilmesi gereken kaidenin üzerindeki kadife kumaşı dikkatlice kaldırdı. Sadece bayrağın yerleştirildiği şövalye vardı. Kadife bezi indirdi ve etrafına baktı. Kimse Ejder Kral Kılıcı’nın ve Yeşim Kalkan Bayrağı’nın bulunduğu kaidelere dikkat etmiyordu. İlgilendikleri sadece mücevherler ve elbiselerdi.
Denlorn, müzede yadigar hakkında bilgi veren bir kişiyi gördü.
“Affedersiniz.”
Uzun boylu, manşetlerinde sarı çizgiler olan bir mavi cübbe giymiş, omuz çantasında çeşitli kâğıtlar taşıyan bir adam Denlorn’a yaklaştı.
“Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Biz,” dedi, Lena’yı da göstererek. “Ejder Kral Kılıcı ve Yeşim Kalkan Bayrağı hakkında bir şeyler sormak istiyoruz.”
Rehber, bir adım geri çekildi. Ancak, konuşmasında herhangi bir çekingenlik olmadan anlatmaya başladı.
“Evet. Elbette,” Boğazını temizledi. “Ejder Kral Kılıcı ve Yeşim Kalkan Bayrağı…”
Görevli, bu iki yadigarın genel tarihi bilgilerini açıklamaya başladı. Öyle ki, bir sürü bilgiyle onları geçiştirmeye çalışıyor gibiydi. Denlorn, bunu anlamıştı.
“Bir dakika, bir dakika. Biz bunların birçoğunu zaten biliyoruz. Asıl merak ettiğimiz şey, bayrağın kaidesi boştu. Ayrıca, kılıcın da orijinal olduğunu düşünmüyoruz.”
Rehber, kaldığı yerden bilgi vermeyi sürdürmek üzere cümlesine eklemeler yaptı.
“Anlaşıldı,” dedi, Denlorn. “Öyle görünüyor ki, sizden gerekli bilgiyi alamayacağız. Lena, gidelim mi? Bu konu üzerine konuşabileceğimiz bir kütüphane biliyorum. Orada bu kılıç ve bayrak hakkındaki bilgileri elde edeceğimizi düşünüyorum.”
“Olabilir, gidelim.”
Müzeden diğer yadigarı da inceleyerek çıktılar.
Denlorn ve Lena’nın bu sefer ziyaret ettikleri yer Ejder Yürek Ulusal Kütüphanesi’ydi. Bu kütüphaneye girebilmek için özel izin gerekiyordu. Ejderyürek Veziri’nin onayıyla ziyaret edilebilen kütüphane sadece araştırma amaçlı kapılarını açıyordu. Dolayısıyla Denlorn da edebi şahsiyetini kullanarak buraya girmekte zorlanmıyordu. Ancak, bu iznin alınması haftalar sürebilirdi. Denlorn, izni üç kış önce alabilmişti. Sadece izin belgesini göstererek kapıdan kolayca geçtiler.
Kütüphane olağanüstü büyüklükteydi. Binanın içindeki spiral şeklindeki duvara gömülü raflarda kitaplar arasında üç bin kış öncesine ait eserler bulmak mümkündü. Elbette bu eserleri okuyabiliyorsanız.
Binanın merkezinde ve duvara gömülü spirallerin önlerinde yine spiral şeklinde yüksek merdivenler vardı. Her iki katta bir okuma salonu bulunuyordu. Okuma salonlarının pencereleri shojilerle örtülüydü. Shojilerin üzerinde sakuralar, ejderhalar, savaşçı resimleri, bazen nü resimler, bazen de pastoral resimler vardı. Işıklandırma köşelerde loş, merkeze doğru aydınlıktı. Loş köşelerde genellikle ellerinde ve önlerinde birçok parşömen olan aydınlar oturuyordu. Diğer masalarda öğrenciler, akademisyenler ve soylular sınıfına mensup insanlar vardı.
Lena ve Denlorn da girişteki rehber tabeladan ilgili kılıcın ve bayrağın kategorisini buldular. Doğrudan ilgili kitapların ve parşömenlerin bulunduğu dördüncü kata çıktılar.
Lena, kılıç ile ilgili parşömenleri topladı. Denlorn da flamanın kitaplarını aldı ve karşılıklı oturup incelemeye başladılar. Lena, kılıcın sadece Ejder Kralları ve Ejder Kraliçeleri tarafından kuşanılabileceğini ve kral ya da kraliçe dışında bir kişi bu kılıcı kuşanırsa, dünya o an hangi ejderha gün dönümündeyse ejderhanın elementinin gazabına uğrayacağını keşfetti.
“Eğer ateş ejderhası gün dönümündeyse kılıcı kuşanan kül olup yok olacakmış,” dedi, Lena. “Yani, bu kayıtlara göre, kılıcı sıradan bir haydut ya da hırsız kullanamaz ve dokunamaz. Yaşlı adamın dediği gibi bu ipin ucu başka bir yere varıyor.”
Lena, bir elini alnına koydu, diğer parşömenleri de incelemeye başladı.
Denlorn, tozlu bir kitabı raftan çıkardı, sildi ve kapağındaki Yeşim Kalkan sembolünü gördü.
“İşte,” dedi. “Burada Yeşim Kalkan’ın bütün tarihçesi var. Öyle ki ne zaman, nerede ve kim ya da kimler tarafından üretildiği yazılmış. Efsaneye göre, kalkan üretilmeye başlandığı andan itibaren kâtipler, Ejder Kral’ın emriyle bütün aşamaları yazmış. Kalkanın dövülmesi iki yüz otuz dört kış sürmüş. Dolayısıyla, zanaatkarlar dâhil, aşamaları yazan kâtipler öldüğü için değişmiş,” Denlorn bir an durdu. Sayfaları dikkatlice karıştırdı. “İlginç. Kitaptan birkaç sayfa yırtılmış.”
Kitabın bir sayfasının yırtık bölümünü Lena’ya da göstermek için uzattı.
“Gördün mü?”
“Evet. Burada bir iz var,” Lena, elini kitabın yırtık bölümlerinde gezdirdi. “Ve burada da.”
“Lena, bana kalırsa bir harp başlamak üzere. Eğer Ejder Kral Kılıcı ve Yeşim Kalkan Bayrağı bulunamazsa, yasalara göre, Ejder Kral ya da Ejder Kraliçe, bu yadigarları bulmak için bütün diyarda bir sefer başlatma yetkisine sahip.”
Lena, parşömenleri masaya bıraktı. Yanındaki küçük, âdeta kraliyet yadigarı gibi duran gümüş kadehteki şarabını yudumladı. Denlorn’a da uzattı. O da yudumladı ve düşündü.
İkisi de kütüphaneden ayrıldı. Güneş hükümdarlığını aya bırakmıştı. Yıldızlar, bulutsuz semada birer inci gibi parlıyorlardı.
Handa dinlenip, bir yandan da karınlarını doyuruyorlardı.
“Bana öyle geliyor ki, bu bir iç harpten ziyade, taht mücadelesi olabilir. Yani, kansız bir taht mücadelesi olabilir mi, emin değilim. Sadece yadigarlar üzerine bir mücadele olacak gibi görünüyor. Çünkü kervana yapılan saldırıda herhangi bir kişiye zarar gelmemiş. Sadece yadigarlar alınmış.”
Denlorn, düşünceli bir şekilde önündeki ahşap bardaktaki kök birasını yudumladı.
“Biz dedektif ya da Ejder Ordusu’nda görevli memur değiliz. Ben bu işin ötesini takip etmenin akıllıca olacağını düşünmüyorum, Denlorn” dedi, Lena endişeyle.
“Aynı fikirdeyim,” diye Lena’yı onayladı, Denlorn.
O sırada handan içeri aceleyle birisi girdi.
“Kaçın! Kaçın! Şehir yanıyor. Her yeri yıkıyorlar. Mancınıklar, akrepler, her türlü savaş makinesiyle gelmişler. Ejder Orduları’nı surlara çektiler. Kaçın!”
Harareti o kadar yüksekti ki, ardından hemen handan uzaklaştı. Yarı açık kalan kapının ötesinde surlar görünüyordu. Kuleler alev almıştı. Surların hemen ötesindeymiş gibi görün ayın ışığı altında sur üzerinde konuşlanmış Ejder Ordusu savaşçıları akın akın gelen düşmanlarıyla çarpışırken figürleri görünüyordu.
“Olamaz,” dedi, handaki birisi. “Talrena!” Kapıya omzuyla vurup aralayan birisi handan hızlıca ayrıldı.
Lena ve Denlorn da hanın önüne çıktılar. Bütün han ahalisi evlerine koşuyordu. Bütün şehir yanıyordu. Evler, belediye binaları, eğlence merkezleri, hatta sur kuleleri bile yanıyordu.
“Sanırım kılıç ve bayrak çoktan ele geçirilmiş,” dedi, Denlorn.
“Öyle görünüyor. Buradan çıkmamız gerek. İnsanların hâlâ böyle yadigarlar için birbirlerini sırf güç ve altın uğruna öldürmelerine inanamıyorum.”
“İşte onu hiçbir zaman anlayamayacağız, Lena.”
Bir yandan surları aşan oklara hedef olmamak için dikkatlice ilerliyorlar, bir yandan da konuşmaya devam ediyorlardı.
“Bence de çok gereksiz ve vakit kaybı. Ancak, insanlar daima bir mücadele içindeler. Sadece insanlar da değil, dünya üzerindeki her canlı bir mücadele veriyor. Kılıç, mızrak, yay ve ok ise anlaşmazlıkları hızlıca çözebilen, ama derin yaralar bırakan bir çözümmüş gibi görünüyor, ki yanlış,” diye devam etti, Lena.
“Öyle düşünülüyor olsa bile, kılıcı kınından çıkarıp masum birine doğrultmak ve onun gözlerinin içine bakarak kılıç savurmak en zor şeydir. Yine de bizler konuşarak her şeyi halledebiliriz. Bazen yapıyoruz da. Ancak, önce dinlemeli ve sonra da yargımızı açıklamalıyız. Sonuç ne olursa olsun şiddete ve onu besleyecek herhangi bir şeye yol açacak karar vermemeliyiz. Binlerce kışlık tarihi yıkmak, insanları öldürmek hiçbir zaman karar olmamalı. İnsanlar eğitilebilir,” dedi, Denlorn.
Dikkatlice ilerledikleri süre boyunca savaşın ve yıkımın, ölümün geri dönülmez sonuçlara yol açacağına ve alınabilecek en hastalıklı karar olduğu üzerine konuştular.
Nihayet Ejderyürek Şehri’nin doğusundan çıkmayı başarabilmişlerdi. Çatışma henüz oraya varmamıştı. Muhafızların nöbet değişimi için kullandıkları küçük bir kapıdan geçtiler. Şehre son kez baktılar. Şehir yonuyordu. Savaşçıların ve halkın acı çığlıkları surları aşıyordu. Metal sesleri, mancınıkların gönderdiği kayaların surlara ve binalara çarparken çıkardıkları sesler kulak tırmalıyordu.
Lena ve Denlorn, birbirlerine sarıldılar. Lena, Denlorn’u sıkıca kavradı. Denlorn da Lena’nın papatya kokan saçlarını öptü. Onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Her şey düzelecek, bulutsuz gökyüzü kadar güzel, Lena,”
Şehir yanıyordu.
Denlorn ve Lena, ışıl ışıl parlayan Ejder Kral Kılıcı’nı ve Yeşim Kalkan Bayrağı’nı gördüler. Kuşatmayı yönettiği her hâlinden belli lider vasfındaki, ak bir savaş atının üzerinde baştan aşağıya zırhlanmış bir figür vardı. Ejder Kral Kılıcı’nı taşıyordu. Yeşim Kalkan Bayrağı da onun arkasındaki savaşçıların önünde duran bir savaşçının elindeydi. Grubun en arkasında ise çevresinde ağır zırhlı muhafızların bulunduğu bir sandık vardı.
“Mavi İpek Kimono,” dedi, Lena. Sandığı işaret etti.
Denlorn, kılıcı tutan savaşçıya daha dikkatli baktı. Süt kadar beyaz uzun saçları hafifçe esen yelle dalgalanıyordu. Gözleri kızıl bir alev gibiydi. “Ve o da Kraliçe Elnena,” dedi. “Demek artık kralların tahtı sarsılmış ve el değiştiriyor.”
Lena’ya baktı. “Binlerce kış süren düzen, her şey gibi değişiyor.”
Daha sonra dikkatlice ilerleyerek Kirazdiyar Kasabası’na doğru yol aldılar.
Değişen sadece Ejderyürek Handanlığı değildi. Her şeydi. En küçük tanecikten evrenin derinliklerindeki her şey değişime uğruyor ve gelişiyordu. Bunu durdurabilecek hiçbir şey yoktu.