Val Monte, Ludum adlı hareketli bir şehrin sakinidir, yaşamını yazarlıkla yaşamını idame ettirir. Sıklıkla uğradığı bir barda ilginç hayat hikâyelerine sahip insanlarla tanışır ve bu kişileri eserlerinde ölümsüzleştirmeye başlar. Bu, onun için bir rutine dönüşür. Bir akşam aynı barda tanıştığı yayınevi sahibi Liza Karlon, Val’in taslaklarını okur ve onları yayımlamayı teklif eder. Elbette, bir şartı vardır; Val’in kendisiyle birlikte şehrin lüks semti Darlon’daki opera binasında operaya eşlik etmesidir.
Val Monte, Liza Karlon’u tanırken şehrin hareketliliğine direnmeye çalışır. Darlon ağır bir şehirdir; insanları, atmosferi ve binaları birbirine benzer. Liza’nın davetini kabul ederek operaya katıldığında şaşkınlığa uğrar. Onun için akıl almaz bir durum yaşanır. Perdenin kapanmasıyla birlikte Liza Karlon gizemi açıklar.
Val Monte, o günden sonra yazdıklarının sadece birer hikâyeden ibaret olmadığını, potansiyel bir geçit olduğunu keşfeder.
PARALEL OPERA
Pencereden süzülen loş ışık, odanın dingin atmosferini tamamlayan yumuşak bir doku yaratıyordu. Sıcak ve rahat bir köşede, yumuşak bir battaniye üzerine kıvrılmış siyah, tüylü bir kedi mırıldanarak uyuyordu.
Val Monte’nin, şehrin ışıltılı gecelerine bakan minimalist tasarıma sahip dairesindeki çalışma masasında tamamlanmamış romanının taslakları, çeşitli kalemler ve defterler gelişigüzel dağılmıştı. Bir elinde sıcak çay kupası, düşüncelerinin derinliklerinde kaybolmuş gibi görünüyordu.
Yazmaya başladı. Küçük radyosundan yayılan neoklasik müzik eşliğinde, dizüstü bilgisayarının dijital ekranındaki kelimeler hızla çoğalmaya başladı. Yüzündeki ifade kelimeleri ekrana döktükçe yoğunlaştı.
“Buna mükemmel dünya diyorlar; savaş yok, açlık yok, acı yok. Peki, gerçekten buna bakan birisi, bunların arasındaki çatlakları da görebilir mi? Kaosu gerçekten fethedip uyumu mu yarattık ki? Hayır, işler böyle yürümez. Yüzeyin altında her zaman kaos ve her zaman bir mücadele vardır,” dedi, Val Monte. Mırıl mırıl uyuyan kedisine baktı. “Sence de öyle değil mi, Zeytin?”
Kedi hafifçe miyavladı, sonra tekrar mırıldanmaya başladı. Val Monte arkasına yaslandı, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi.
“Acaba ben bu yüzden mi yazıyorum? Bu zihin avcısı gibi makineleşen şehrin dışında bir şeyler hissetmek için mi yazıyorum? Bu sönük yaşamın ötesinde bir şeylerin de varolduğuna inanıyor muyum ki?”
Şakaklarına ovaladı, düşünceliydi.
“Dışarıdaki dünya kusursuz bir makine gibi işliyor ama burası,” dedi kafasını işaret ederek. “Tam bir karmaşa. Düğümlerle dolu bir yığın gibi. Üstelik sadece benimki böyle değil.”
Mavi Bulvar’ın canlılığı, gecenin kusursuz mavi, kadifemsi yumuşaklığında devam ediyordu. Büyük küçük binalar sokağın iki yanında yükselmiş, yüzeyleri rengârenk reklamlarla kaplanmıştı. Gece âdeta bir süpernova gibi parlıyordu.
Val Monte, sabahın ısıtan ilk ışıklarına kadar Okyanus Operası adını verdiği romanını yazmaya devam etti.
Kedisi çoktan mamasını yemiş ve halının üzerinde uzanmıştı. Bu sefer güneşin dokunduğu yerdeydi. Güneş hareket ettikçe o da güneşin düştüğü yere yatıyordu. Doğruca odaya dolan sabah güneşinin sıcak ışıkları altında da keyifle geriniyordu.
Val Monte de Zeytin’den örnek alarak sandalyesinde gerindi. Çay bardağını aldı ve çalışma odasından ayrıldı.
Mutfakta çay bardağını bulaşık makinesine koydu. Buzdolabından hazır kahvaltı kutusunu çıkardı ve mutfak masasına oturarak yemeye başladı.
Öğlene kadar evde bir kitap okudu, öğleden sonraya kadar kedisi Zeytin ile vakit geçirdi. Biraz da uyudu. Güneş yerini aya bıraktığında evden çıktı.
Mavi Bulvar, her zevke hitap eden mekânlarla doluydu. Özellikle robotik eğlence merkezleri ve genelevlerin etrafında güvenlik sıkıydı; bu tür yerler kötüye kullanıma oldukça yatkındı.
Sokakta yürürken, bazıları şık, bazıları gösterişli, bazılarıysa oldukça sade kıyafetler giymiş insanlarla çevriliydi. Etraftan televizyon ve radyo sesleri yükseliyordu.
Hareketli dükkânların ve satıcıların ortasında yürürken, bir mağazanın önünde durdu ve konuşmaya kulak misafiri oldu.
Bir haber spikeri televizyonda konuklarıyla tartışıyordu. “Şimdi, konumuza geri dönelim. Bilim insanları eski çatışmalara odaklanmak yerine, artık yıldızlar arası yolculuğa ve paralel dünyaların gizemlerine yöneliyor.”
Spikerin konuğu, kararlı ve ciddi bir ses tonuyla yanıt verdi. “Kesinlikle! Geçmiş savaşların yıkıcı ideolojilerinin ötesine geçmemiz şart. Savaş, diplomasiler başarısız olduğunda başlar, yani liderler insanların kalbine dokunan sözcükleri silahlarla değiştirdiğinde! Ve bu tekrar eden bir döngüdür. Yozlaşmış politikacılar, genellikle kendi içlerindeki çözülmemiş kişisel yaralarından dolayı bunu yapar. Çoğu, çocukluklarında gördükleri kötü muamele yüzünden yozlaşır. Şimdi, bunu açıklığa kavuşturma ihtiyacı hissediyorum.”
Val Monte’nin yanındaki yaşlı bir sokak satıcısı, bir kase sıcak erişte uzattı.
Erişteden yükselen davetkar koku, Val Monte’yi kendinden geçirdi.
“Bir kase alır mısınız, efendim? Çok lezzetlidir, hadi, bir deneyin,” dedi satıcı, gözleri kırışık bir tebessümle ışıldayarak.
“Evet, almak isterim. Ne kadar?”
“Bu benden, efendim. Afiyet olsun! Bir dahakine ödersiniz.”
Val Monte, şaşırmıştı ama minnettardı. “Çok naziksiniz, teşekkür ederim!”
Satıcı uzaklaşarak tezgâhına döndü. Val Monte, sıcak erişteden bir lokma aldı ve televizyonu izlemeye devam etti.
Spiker, günün konusunu hızla özetlemeye devam etti. “Kısa süre sonra, bilim ve teknolojideki hızlı ilerlemeler eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik büyümeyi tetikledi.”
Konuk ciddileşerek spikeri destekledi. “Ludum’daki yükseköğrenim standartlarının yükseltilmesi ve stratejik ekonomik reformlar, şehrin genel refahını önemli ölçüde artırdı. Ancak unutmayın, toplumlar doğası gereği kırılgan sistemlerdir. Neden böylesine hassas bir şeyi istikrarsızlaştırma riskine girelim ki? Bunun yerine, onu güçlendirmek ve sürdürmek daha mantıklı olmaz mı?”
Tam o sırada bir kadın sesi duyuldu. Val Monte sese doğru döndü.
Kadın, otuzlarının sonlarında, yorgun gözlü, soluk bir iş kıyafeti içinde tezgâha yaslanmıştı. Haberleri izlerken bakışlarında hayal kırıklığı vardı. Günün yorgunluğunu atmak için buraya gelmiş, lezzetli bir kase erişte yemek için beklerken bir de bunları duyması onu kızdırmış görünüyordu. Asabiyeti yüzünden okunuyordu.
“Evet, toplumu korumaktan ve refahı artırmaktan bahsetmek kolay. Çünkü onlar bizim gibi günü kurtarmaya çalışmıyor!”
Bir adam kırklı yaşlarının sonlarında, hafifçe tıknaz ve sakalsız ama dağınık kahverengi saçlarını eskimiş bir şapkanın altına gizlemişti. Raflara mal yerleştirirken, televizyona kuşkuyla baktı. Bu tartışma programını pek takip etmiyor gibi görünse de, bilgin bir görünümü vardı. En azından çevresindekiler onunla oturup bir iki politik konu konuşabilirdi.
“Yükseköğrenim mi? Ekonomik büyüme mi? Güzel, çok güzel! Dediklerinde dürüstseler, sorarım onlara, neden maaşlarımız hâlâ aynı seviyede? Neden böyle diyen kimse açıklama yapmıyor? Peki, neden kiralar hâlâ uçuk, açıklasın da görelim?”
Kadın başını salladı. Adama katılmıştı. “Her şey yolundaymış gibi davranıyorlar. Çünkü masaya yemek koymak için çırpınan onlar değil.”
Erişte satıcısı da konuşmaya dâhil oldu. Ellerini önlüğüne silerken televizyona, sonra da müşterilerine baktı. Başını kaşıdı. Bu konularla pek ilgilenmiyordu, çünkü eriştesini satmaya çalışan normal bir satıcı gibi görünüyordu. Yine de adamın ve kadının söylediklerine kulak vermişti.
“Ben nasıl yıldızlar arası yolculuk yapıldığını ya da şu paralel şeylerin nasıl çalıştığını bile bilmiyorum! Sadece her gün iyi bir kase erişte yapmaya çalışıyorum ama yine de insan düşünmeden edemiyor; keşke biraz da buradaki hayatımızı iyileştirmeye odaklansalar, ha?”
Kadın alaycı bir gülümsemeyle başını salladı. “Evet, evet, aynen öyle ihtiyar.”
Val Monte, eriştesini bitirip kutuyu yakındaki geri dönüşüm kutusuna attı. Daha fazla politik ve toplumsal tartışmaya kulak asmadan, favori barına doğru yürümeye devam etti.
Yeşil Orman adlı bara girerken, sokaktaki televizyonlar hâlâ süregiden tartışmaları gösteriyordu. Sanki sonu yokmuş gibi, bir çözüm üretmek yerine, herkes kendi görüşlerini birbirlerine kabul ettirmeye çalışıyordu.
Val Monte bara girer girmez bira ve patates kızartması kokusu burnuna hücum etti. Yıllar geçse de değişmeyen bazı şeyler vardı. Hâlâ insanlar iyi sohbetler edebiliyor, birbirlerine karşı iyi davranabiliyor ve eğlenmeyi biliyorlardı. Belki de bunu değiştirmek mümkün değildi. Çünkü insanlar bir arada yaşamaya mecburlardı. Yalnızlık insanların becerebildiği bir şey değildi.
Yeşil Orman barı, şehrin hareketli sokaklarının tam ortasında bir ferahlatıcı bir vaha gibiydi. Kimi insanlar kahkahalar atarak sohbet ediyor, kimileri içkilerini yudumlayarak hikâyelerini paylaşıyor, sesleri barın canlı uğultusuna karışıyordu.
Duvarda büyük bir televizyon vardı ve bir uzay belgeseli oynatılıyordu. Sesi kısık olsa da, ekrandaki uzayın büyüleyici görüntüleri sessiz bir görsel şölen sunuyordu.
Val Monte, girişe yakın bir masaya oturdu. Barın canlı dekorunun arasında kendine bir köşe bulmuştu.
Tam o sırada, saçları kısa ve koyu mor renkte, otuzlarının ortalarında bir kadın heyecanla yanına hızlı adımlarla yaklaştı.
“Hey, Monte,” dedi, Tul. Sesi neşeliydi. “Ne haber?”
“Tul,” dedi, Monte sevecen bir tonda. “Bildiğin gibi, kafamda bin bir düşünce var. Ama iyiyim. Sen nasılsın?”
Tul, kot pantolonunun arka cebinden dijital not defterini çıkardı.
“Yoğun bir gündü! Sabah her şeyi planlıyorsun ama akşama doğru bir bakmışsın her şey hop birbirine girmiş. Hatta bugün bir kadını masanın altında uyurken buldum.”
Yakındaki bir adam seslendi. “Hey! Dört bira!”
Tul, adamın siparişine pek aldırış etmeden etrafı taradı ve genç bir garsonu eliyle işaret ederek adamın masasına yönlendirdi. Sonra tekrar Val Monte’ye döndü.
“Bugün her zamankinden daha kalabalık gibi. Bu aslında iyi bir şey, değil mi,” dedi Val Monte.
“Öyle tabii! Ama çok yoğundu, neredeyse hiç dinlenemedik. Yine de şanslıyım ki büyük bir barda çalışmıyorum,” dedi Tul, dijital defterinde bir şeyler not alırken. “Ne alırsın? Aynı mı?”
“Evet! Kyonlu şefin meşhur tarifiyle yaptığınız şu gurme burgerden ve yanında güzel, koyu bir bira!”
Tul, siparişi not aldı ve gülümsedi. “Hemen geliyor! Seni görmek güzel, Monte!”
“Seni görmek de güzel, Tul.”
Tul, barda çalışan kız arkadaşına göz kırptı ve mutfağa doğru ilerledi.
Bir süre sonra siparişi geldi. Val Monte, burgerinden bir ısırık aldı, birasından bir yudum içti ve televizyona döndü. Çevresindeki insanları izlemeyi de ihmal etmiyordu. Onları hayalinde farklı isimlerle adlandırıyor, hayatlarını kurguluyor, onları hikâyelerinin karakterleri yapıyordu.
Burgerini bitirdiğinde, içini huzur kapladı.
Tul tekrar yanına uğradı. “Nasıl? Beklediğin gibi mi?”
“Kesinlikle! Bir bira daha alabilir miyim, Tul?”
“Neden olmasın,” Tul gülümseyerek. Tam uzaklaşacakken, aklına bir şey geldi ve tekrar döndü “Vardiyam birazdan bitiyor. Zofia da burada. Sokağın köşesinde yeni bir kafe açılmış, eskiden antikacının olduğu yerde. Oraya gidelim mi? Duyduğuma göre kahveleri harikaymış. Türk kahvesini Kolombiya kahvesiyle karıştırıyorlarmış!”
“Harika olurdu,” dedi, Monte tebessüm ederek. “Ama eve gidip kitabım üzerine çalışmam lazım. Dün bazı bölümleri taslak olarak yazdım, onları düzenlemeliyim.”
Tul kahkaha attı. İnci gibi dişleri parladı ve göz kırptı. “Aman Monte! Kitabına zaten gömüldün! Biraz kafanı dağıtman lazım. Sadece birkaç saat!”
Val Monte içini çekti ve başını salladı. “Tamam, bir saatliğine kalabilirim.”
“Harika!”
Tul, bardaki kız arkadaşı Zofia’ya onay işareti yaptı. Zofia da karşılık vererek sevinçle ellerini havaya kaldırdı ve bir yudum viskiyi dikti.
Val Monte, birasından son bir yudum alıp notlarını gözden geçirirken bir kadın masasına yaklaştı.
Kadın, kırklı yaşlarının ortalarındaydı. Uzun, koyu renk saçlarını düzgün bir at kuyruğu yapmıştı.
“Liza Karlon,” dedi.
“Val Monte.” Kadın karşısına oturunca kaşlarını çattı. “Sizi tanıyor muyum?”
“Hayır ama bir kitap üzerinde çalıştığını duydum ve bir yayıncıyla konuşmanın ilginç olabileceğini düşündüm. Yanılıyor muyum?”
Val Monte şaşkındı, ama kibarlığını korudu. “Teşekkürler, Bayan Karlon. Kitabımı konuşmayı çok isterdim ama fazla vaktim yok sanırım,” Tul ve Zofia’yı işaret etti.
Liza hafifçe gülümsedi. “Taslaklarını gözden geçirecektin ama arkadaşlarınla dışarı çıkıyorsun,” Val Monte hafifçe başını eğdi. “Size Monte diyebilir miyim?”
“Tabii.”
Liza, şık ceketinin cebinden üçgen bir dijital kart çıkardı ve Monte’ye uzattı.
“Biliyorum, biraz ani oldu ama hiç Herakleitos okudun mu?”
“Hayır.”
Liza hafifçe gözlerini kıstı. “Kaos hakkında bir fikri var; kaosun içinde doğası gereği bir düzen olduğunu savunuyor. Ona göre, eğer kaos olmasaydı, büyüme ve dönüşüm de olmazdı. Bunun üzerine demiş ki, mücadele adalettir.”
Val Monte düşünceli bir şekilde başını salladı. “Ama ben kaosun düzenli bir yaşamı sürdürmek için gerekli olduğunu düşünmüyorum, Liza.”
Liza dudaklarını kıvırdı. “Başlangıçta herkes böyle düşünür. Kaosa neden ihtiyacımız var? Eğer sevebiliyorsak neden savaşalım, diye sorarlar.”
“Her şey mükemmel değil, evet,” diye onayladı, Monte. Sonra tezini savunmaya devam etti. “Ama çatışmaya girmeden de işleri düzeltebiliriz. Marcus Aurelius bana bu konuda çok yardımcı oldu; zarar görmemeyi seçersen, zarar görmezsin. Zarar gördüğünü hissetmezsen, gerçekten zarar görmemişsindir.”
Liza gülümsedi. “Tehlikeli bir fikir ama hoşuma gitti.” Sonra kartı Monte’ye uzattı. Kartın üzerinde, Paralel Opera Yayıncılık, CEO – Liza Karlon, e-posta, faks ve cep telefonu numaraları yazıyordu. “Ne zaman istersen beni ara ve kitabını konuşalım. Ne dersin?”
Val Monte şaşkındı ama gülümsedi. “Bu gerçekten güzel bir teklif.”
Liza ayağa kalktı ve Monte’nin elini sıktı. “Sizi tanıdığıma sevindim, Monte.”
“Ben de, Liza. Hoşça kalın.”
Birkaç dakika sonra Val Monte, Tul ve Zofia, kalabalık Mavi Bulvar’ın içine karışmıştı.
Val Monte düşüncelere dalmış görünüyordu. Tul, hafifçe omzuna dokundu.
“Şu kadın,” dedi, Tul merakla.
“Evet,” Monte kafasını salladı, hâlâ düşünceliydi.
Zofia da sohbete dâhil oldu. “Seni biraz düşündürdü, değil mi? Ne dedi sana?”
“Bana bir teklif yaptı.”
Tul ve Zofia aynı anda, Monte’u şımartmak için sesini yükseltti. “Ooo!”
Val Monte gülerek, onların bu tahminini boşa çıkardı. “Hayır, hayır! Öyle bir şey değil!”
“Emin misin?” dedi Tul, gözlerini kısarak.
Monte hafifçe gülümsedi. “Kitabımı yayımlamak istediğini söyledi. İlginç ama henüz emin değilim. Siz de biliyorsunuz, kitabımı yayımlatmak için çok uğraştım.”
Zofia ellerini cebine soktu, adımlarını yavaşlattı. “Evet, hatırlıyorum. O kadar çok yayınevine ulaştın ki, çoğu cevap bile vermedi. Cevap verenler de projeleriyle çok meşgul oldukları için taslaklarına bakamayacaklarını söylediler.”
“Bazılarıysa çalıştığın türün kendi politikalarına uymadığını söyledi. Bütün bu reddedilmeler bana birini hatırlatıyor,” dedi Tul, sesi alçalarak.
Val Monte kaşlarını kaldırdı. “Kimi?”
Tul hafifçe fısıldadı. “Bir ressam. Yeteneği tartışılmazdı ama dünya onun için başka planlar yapmıştı. O planların bedeli ise çok ağır oldu. Sakın onun gibi olma, tamam mı?”
Monte, sert bir kahkaha attı. “Yapma Tul! Ben bir canavar değilim!”
“Evet, değilsin. Ama bunu hatırla, lütfen.” Zofia hafifçe Monte’nin koluna vurdu.
“Üzülme, Monte. Nihayet kitabını yayımlamak isteyen biri çıktı. İsmi neydi? Elsa mıydı?”
“Liza Karlon,” Monte, cebinden kartı çıkardı. ve gösterdi. “Paralel Opera Yayıncılık.”
Zofia düşünceli bir şekilde kartı inceledi. “Liza Karlon. Tanıdık geliyor.”
Tul başını çevirdi. “Nereden tanıyorsun?”
Zofia, olabildiğince çekici bir şekilde hafifçe dilini dudağının üzerinden geçirdi.
“Hey,” Tul, Zofia’nın omzuna sinirle hafifçe vurdu.
Üçü de kaldırımın ortasında durup birbirlerine baktı. Sonra Zofia kahkaha attı.
“Sadece şaka yapıyorum,” dedi, sonra Tul’un yanağına büyük bir öpücük kondurdu.
Mavi Bulvar, gece yarısına yaklaşırken bile enerjisini kaybetmemişti. Sokak satıcıları, sanat galerileri, ışıl ışıl dükkânlar…
Val Monte yürürken her bir detayı gözlemliyordu.
Evine döndüğünde kapıyı açtı. Kedisi Zeytin, heyecanla ayaklarının dibinde kıvrıldı. Val Monte, mamasını ve suyunu kontrol etti, her şey yolundaydı.
Hızlı bir duş aldı, kendine bir bardak çay koydu ve çalışma masasına oturdu.
Tam taslaklarını gözden geçirmeye başlamıştı ki, aklı Liza Karlon’un beklenmedik teklifiyle meşgul oldu.
Kart hâlâ masasının üzerindeydi. Orada duruyordu. Sanki özellikle oraya koymuşlar gibiydi ama kendisi bu kartı tam da o masanın üzerine, görebileceği yere koydu.
Düşüncelere daldı.
Ertesi gün, Val Monte yatağında uzanıyordu. Parmakları, telefonunun ekranında numaraları dikkatlice tuşladı.
Telefon çalmaya başladı… Derken, biri aniden cevap verdi.
“Alo! Liza Karlon?”
“Evet, benim. Kiminle görüşüyorum?”
“Merhaba, Liza. Ben Val Monte. Yeşil Orman’ Barı’nda tanışmıştık. Kitabımla ilgili konuşmak istediğinizi söylemiştiniz. Umarım aramak için uygun bir zamandır.”
“Evet, kesinlikle öyle, Monte,” Liza sesi biraz daha yumuşatarak konuşmaya devam etti. “Darlon’u biliyor musun? Çok güzel bir opera binası vardır.”
“Evet, birkaç kez gittim.”
Liza’nın sesi telefonda biraz yankılandı. “Büyük Savaş’tan sonra bile, Darlon bölgesi mültecilere kapılarını kapatmak yerine onları kabul etti. Bu, şehirde eşsiz bir toplumsal değişime yol açtı. Zorluklar oldu elbette ama sonunda daha kapsayıcı ve çeşitliliği yüksek bir toplum inşa etmeyi başardılar.”
Val Monte, Liza’nın söylediklerini sindirmeye çalışıyordu.
“Siyaset ve toplumsal meseleler hakkında çok fazla derine inmek istemiyorum ama şunu merak ediyorum: Kim veya ne bu düzeni sağlamak için feda edildi ya da edilebilir?”
Liza bir an sustu.
Monte, telefondan gelen hafif uğultudan, onun yanında birkaç kişinin konuştuğunu duydu. Muhtemelen yayınevinin editörleriydi.
“Bekle bir dakika, Monte.”
Arka planda birkaç insanın basılı kitaplar hakkında konuştuğu duyuldu.
Liza geri döndü. “Üzgünüm, bugün çok yoğun bir gün.”
Val Monte, penceresinden Mavi Bulvar’a baktı. Şehir, renklerin ve ışıkların içinde yaşayan bir varlık gibiydi.
“Anlıyorum.”
Liza sesi biraz daha derinleşerek devam etti. “Monte, demek istediğim şu: Bir fikri hayata geçirmeden önce, onu farklı açılardan değerlendirmek gerekir.”
“Tam olarak ne demek istiyorsun?”
“Bizim yayınevimiz, sürdürülebilir içerik üretimine kendini adamış durumda. Eşim Herman Zoff ve ben, bu proje için büyük bir vizyon geliştirdik. Gelecek vaat eden kurgular yayımlamayı ve yeni yazarları desteklemeyi planlıyoruz. Bu konuyu telefonda uzun uzun anlatmaktansa, yüz yüze görüşmeyi tercih ederim.”
“Bence de öyle olması daha iyi olur.”
“Kesinlikle,” dedi, Liza canlı bir ses tonuyla. “Yarın akşam Darlon Büyük Opera Merkezi’nde bir opera gösterisi için biletlerim var. Akşam buluşalım. Senin için uygun mu?”
“Mükemmel olur! Ayrıca, detaylı açıklaman için teşekkür ederim, Liza.”
Liza hafifçe güldü. “Rica ederim. Bazen fazla konuşuyorum ve insanlar ben konuyu bitirmeden ilgilerini kaybediyorlar. Sen de öyle hissettin mi?”
Val Monte hafifçe gülümsedi. “Aslında, benim için ilginçti.”
“Bu arada, kitabının taslaklarını kartımın üzerindeki e-posta adresine gönderirsen, inceleyebilirim. Böylece daha bilinçli bir sohbet edebiliriz.”
“Teşekkürler, Liza. Bu benim için oldukça yeni bir deneyim, o yüzden biraz şaşkınım.”
“Anlıyorum. Düşünsene, hiç tanımadığın biri bir anda yanına oturuyor ve sana kitap yayıncılığı, toplum ve paralel dünyalar hakkında konuşmaya başlıyor. Editörlerimiz işlerinde en iyilerdendir. Endişelenme!”
“Pekala. O zaman görüşmek üzere, Liza.”
Darlon, Mavi Bulvar’dan çok daha varlıklı bir bölgeydi.
Bulutlara uzanan gökdelenler, lüks markaların dev reklamlarıyla süslenmişti. Ludum şehri, ekonomik eşitliğiyle övünüyordu ama sosyal sınıflar arasındaki sınır bazen gözle görülmeyecek kadar inceydi.
Val Monte kaldırımlarda bekleyip, çevresindeki şatafatı inceledi. Lüks bir araba yaklaştı ve arka camı açıldı.
“Monte?”
Val Monte başını çevirdi. Arabanın içinden Liza Karlon gülümsüyordu.
“Liza! Ben de az önce geldim. Buradaki görkeme kapılmamak elde değil.”
Liza hafifçe güldü. “Evet, öyle.”
“Hanımefendi,” dedi şoför Liza’ya dönerek.
“Evet?”
“Sanırım geldik.”
“Ah, doğru. Doğru. Seni beklettiğim için üzgünüm, Monte.”
“Sorun değil, Liza.”
Liza arabadan indi. “Sen farklısın, Monte. İnsanlara kitaplarında da böyle mi davranıyorsun?”
“Genellikle evet ama her zaman değil.”
Liza, siyah ve kırmızı tonlarında, göz alıcı bir takım elbise giymişti. Val Monte bir anlığına gözlerini ondan alamadı.
“Öyleyse, kaldığımız yerden devam edelim,” dedi Liza, kolunu Monte’nin koluna geçirerek. “Lütfen benimle yürü, Monte. Darlon, Ludum’un diğer bölgelerine kıyasla çok farklıdır. İnsanları, dükkânları, apartmanları, restoranları, barları. Hatta sokak hayvanları bile burada farklıdır.”
Val Monte, çevresine göz gezdirdi.
“Buraya çok sık gelmem. Ama televizyonda gördüğüm kadarıyla bazen gerçeklerden farklı hissettiriyor.”
“Medya her zaman yalan söylemez, Monte. Genellikle, sadece duymak istediklerimizi bize verir. Ama fark ediyorum ki, burada bir şeyler değişiyor. Mavi Bulvar’da ya da genel olarak Ludum’da garip bir şeyler fark ettin mi? İnsanların davranışları sence değişiyor mu?”
Liza ve Monte, büyüleyici opera binasının önünde durdu.
Liza, binaya hayranlıkla baktı. Gözleriyle girişin iki yanında uzanan kulelerin üzerindeki ayrıntılı mermer oymaları inceledi. Oymalar, burada sahnelenen ilk operadan sahneleri betimliyordu. Tam ortada parlak mavi kubbe yükseliyordu. Kubbenin ağırlığına rağmen yapının zarif dengesi, sanki havada süzülüyormuş gibi görünmesini sağlıyordu.
Mermer yüzeyler ışığı aynalar gibi yansıtıyordu. Bazı insanlar mermerin önünde durup, yansımalarında kıyafetlerini düzeltiyorlardı.
Liza hafifçe gülümsedi.
“İşte burası! Meşhur opera binası. Muhteşem, değil mi?”
Val Monte hayranlıkla inceledi. “Gerçekten olağanüstü! Gerçek bir sanat eseri.”
“Evet. Juar Parl Alderano tarafından tasarlandı. İnşaatı tam kırk iki yıl sürdü, projelendirme süreci ise otuz iki yıl aldı. Ne yazık ki, yapım sürecinde yüz yirmi işçi, üç mimar ve şirketin sahibi hayatını kaybetti.”
“Sanırım lanetli de,” diye ekledi, Monte.
“Efendim?”
“Ah, bir şey yok.”
“Güzel.”
Büyük merdiveni tırmanarak opera binasına doğru ilerlediler. İki oyma mermer sütun, girişin her iki yanındaydı ve zarif desenli bir kumaş tentelik yukarıdan sarkıyordu. Girişteki iki görevli, Monte ve Liza’yı sıcak gülümsemelerle karşıladı.
Opera binasının iç tasarımı da dışı kadar büyüleyiciydi. Kubbenin alt kısmı, mitolojik rölyeflerle süslenmişti. Burada erkek ve kadın edep yerlerinin ayrıntılı tasvirleri yer alıyordu. Bu rölyeflerin arka planları ise mitolojik sahneleri tamamlayacak şekilde boyanmıştı.
Val Monte, kubbeye hayranlıkla bakıyordu.
Liza, Monte’nin koluna sarıldı, dokunuşu ipek gibi nazikti.
Her ikisinin de gözleri parlıyordu. Aydınlatmalara yeşil, kırmızı ve mavi tonları hakimdi. Kubbenin alt kenarına yerleştirilen dört cam bölümden yükselen ışıklar, kuzey ışıklarının mistik parlaklığını andırarak yansıyordu. Sanki dans ediyorlardı.
Val Monte ve Liza Karlon, opera binasının gişe kısmına yaklaştılar. Otuzlarının başlarında, üçgen şeklinde güzel bir yüz, mavi gözler ve uzun yeşil saçıyla dikkat çeken bir kadın ile kırmızı lensler takan, kısa siyah saçlı yirmilerinin sonlarında bir genç onları karşıladı.
“Erken geldik. Bolca vaktimiz olacak, sohbet edebiliriz.”
“Görünüşe göre öyle. O zaman ne yapalım?”
“Ben derim ki, salona girelim.”
Liza ve Monte, operanın sahneleneceği geniş salona adım attılar. Salon, bin iki yüz kişiyi ağırlayabilecek büyüklükteydi ve sahne kırmızı kadife bir perdenin arkasına gizlenmişti. Loş mavi ışıklar huzurlu bir atmosfer yaratıyordu.
Liza yol gösterdi, alttan aydınlatılan merdivenleri yavaşça tırmanarak yukarı çıkıyordu. Monte hemen arkasından geliyordu. VIP’lerin bulunduğu, sahneyi engellenmeden izleyebilecekleri balkona vardılar.
Liza ve Monte yerlerine oturdu ve sahneye baktılar.
“Sadece birkaç dakika kaldı,” dedi Liza, zarif saatine bakarak.
Monte koltuğuna yerleşti.
Liza, Monte’a davetkar bir bakış attı.
“Ah, evet, kitap,” dedi Monte, boğazını temizleyerek. “Kitabın adı Okyanus Operası olsa da, bu geleneksel bir opera değil. Okyanusta geçen mitolojik bir macera. Yaşanması imkansız bir yüzeyi olan gezegende, okyanus krallarının mücadelesini yazdım ama denizaltı dünyasında.”
“İlginç bir tercih. İnsanlar genellikle ayaklarını yüzeyde tutmayı tercih ederler.”
“Evet,” dedi, Monte heyecanla.
“Evrim bizi denizden karaya taşısa da, insanlar ayaklarını yere basmak ister,” diye devam etti, Liza. “İşte bu yüzden kibirliyiz. Güçlü olduğumuzu düşündüğümüz yerlerde aslında zayıfız.”
Val Monte, Liza’nın bilgisi karşısında mest oldu. “Kitapta tam olarak anlatmaya çalıştığım şey bu! Ama bu sıradan bir mücadele değil. Kralların karşılaştığı siyasi ve ekonomik zorlukları da derinlemesine irdeliyor. İnsanlar genellikle sahip olmadıkları şeyleri yazarlar; eğer mutlu değillerse, mutluluğu yazarlar.”
“Yani, senin görüşüne göre biz zorluk yaşamıyoruz. Siyaset ve entrika günümüzün büyük konuları. Bunları gündeme getirmek, insanların ilgisini çekebilir. Kanlı bir siyasi mücadele, basit bir savaş hikâyesinden daha etkileyici olabilir. Çünkü siyaset, Monte, genellikle önemliymiş gibi görünür ama biraz da entrika eklemezsen hiç bir anlam ifade etmez.”
“Kesinlikle. Birçok medeniyet denizin altında çeşitli bölgelere hükmediyor. Bu medeniyetler bazen diğer medeniyetlere sataşarak savaşa giriyor ve genellikle birbirlerine üstünlük sağlamak için diplomatik stratejiler kullanıyorlar.”
Liza, Monte’nin bakışını tutarak dikkatlice dinliyordu. Koltuğunda hafifçe yerini değiştirdi.
“Görünüşe göre, Monte, modern dünyadan çok ilham almışsın,” diyerek, Monte’yi cesaretlendirdi Liza. “Yanılma, aslında bu olumlu bir şey. Lütfen devam et.”
“Evet, dürüst olmak gerekirse, tarihe olan ilgim çok yardımcı oldu. Kraliyet aileleri genellikle başarısız olur ama medeniyetler, hikâyemin kalan kısmını oluşturuyor. Sonunda büyük bir savaş oluyor. Fakat bu savaşı görüp hayatta kalan krallar, kraliçeler, generaller ve sivil halk, savaşçılar dâhil, bir bayrak altında birleşmeye karar veriyorlar.”
Liza Karlon, Monte’yi dikkatle dinledi, tüm dikkatini onun sözlerine vermişti.
Monte derin bir nefes aldı. “Temelde, aynı türdeki tüm eserler oldukça benzerdir. Bazen onların intihal olup olmadığını bile merak ediyorum ama değiller, eğer kasıtlı değillerse. Sonuçta, hayat da herkes için aynı değil mi? Doğarsın, hem iyiyi hem kötüyü öğrenerek büyürsün, öğrendiklerini eylemlerinde gösterirsin ve sonuç çevren ve düşüncelerinin sağlam temeliyle şekillenir. İyi ya da kötü. Bazılarına gri veya kötü görünen şeyler, başkaları için ilgi çekici olabiliyor.”
“Yani bu bir ütopya,” dedi Liza kısaca.
“Evet, böyle de diyebilirsin.”
Opera binası kalabalıklaşmaya başlarken, birkaç dakika içinde herkes yerlerini bulmuş ve gösteri için yerleşmişti.
“Başlıyor,” dedi Liza gülümseyerek.
Sahnenin kırmızı kadife perdeleri yavaşça açıldı ve operanın görkemli sahnesi ortaya çıktı. Gösteri, üflemeli ve yaylı çalgıların uyumlu karışımı eşliğinde başladı.
Birkaç saat sonra, opera yedinci perdesiyle sona erdi ve Val Monte derin bir hayranlık içinde kalmıştı. “Ama bu nasıl mümkün olabilir,” dedi, şaşkın bir şekilde.
“Ben keyif aldım! Fazla bilgiyle boğmadın, mesajın netti ve doğrudan hedefe odaklanmıştı. Ayrıca, tarzını çok beğendim. Ayrıntılı bir kurgusal evren yaratarak vizyonunu hayata geçirmişsin. Bu herkesin yapabileceği bir şey değil, Monte.”
Monte, sahneyi meraklı bir bakışlarla işaret etti. “Ama nasıl oldu da bunu bir opera hâline getirmeyi başardın. Hem de sadece bir günde!”
“Geçen hafta telefonda konuştuğumuz konuyu hatırlıyor musun?”
Bir kadın balkona girdi. “Şarap?”
Val Monte, onaylayarak başını salladı.
Liza, kadına baktı.
Kadın, yirmilerinin ortalarındaydı. Lilac’in kıyafeti, ağırlıklı olarak Prusya mavisi kadifeden üretilmişti. Robotik hizmet aracının ekranına bir tuşa basarak robotu önüne aldı.
“Bazı fikirlerimiz vardı. Bir projeye uygulamadan önce, bunların uygulanabilir olup olmadığını görmemiz gerekiyor,” diye devam etti, Liza. Kollarını kavuşturdu, üst üste attığı bacaklarını değiştirdi. “Kocam Herman Zoff, yayınevimiz için başvuruları gözden geçirir ve projelerimiz için en iyilerini seçer. Önceki sohbetimde bazı detayları belirtmiştim. Amacımız, dikkatle seçilmiş kurgu eserlerini kullanarak paralel evrenler yaratmak.”
Val Monte, hem şaşkın hem de kafası karışmış şekilde bakıyordu. “Paralel evrenler yaratmak mı? Yani bu demek oluyor ki…”
“Evet. Evren bir film, dizi, tiyatro ya da opera gibi değil. Ben, bir evren yaratmaktan bahsediyorum, Monte. Kurgu ile paralel bir evren yaratmaktan.”
“Şaraplarınız, Bayan Karlon ve Bay Monte,” dedi kadın.
“Teşekkürler, Lilac.”
Lilac, Liza ve Monte’ye gülümseyerek balkondan ayrıldı.
“Bu nasıl işliyor tam olarak? Yani, bunu nasıl ve nerede yaratıyorsunuz? Kim mümkün kılıyor? İnanılmaz derecede karmaşık görünüyor!”
Liza, Monte’nin şaşkınlığından keyif alarak yüzünde bir gülümseme yayıldı. “Şaşkınlığını tahmin edebiliyorum, Monte. Eğer teknik detayları açıklamaya çalışırsam, deli olduğumu düşünebilirsin. Gerçek şu ki, açıklayamam. Sadece… gerçekten çok zor.”
“Sana deli demiyorum, Liza. Sadece alışılmadık görünüyor. Ancak kurgumun bir opera olarak sahnelenmesi bana farklı düşünmeyi sağladı.”
“Bunu öğrenmek istediğimi tahmin ediyorsundur,” dedi, Monte şaraptan bir yudum alarak.
“Evet. Ama bunu… şu an için anlatamam… Yine de nedenini söyleyebilirim,” dedi, Liza koltuğuna rahatça yerleşirken. “Kocam bu proje üzerinde elli üç yıldır çalışıyor. İlk bana söylediğinde buna inanamadım.” Liza, ipek şalının omuzlarından aldı ve kucağına koydu. “Projede olayı başlatan makine karanlık madde kullanıyor. Karanlık madde, saf haliyle işlenemeyen bir kaynak, ancak maddelere dönüştürülerek kullanılabilir. Yıllar içinde bu işin mümkün olması için birçok profesörle işbirliği yaptık ama maalesef hiçbiri başarılı olamadı.”
“Neden,” diye sordu, Monte. “Bu şeyin gerçekten varolduğunu bile bilmiyorum.”
Liza, ona bakarken, sanki bütün profesörleri tek başına öldürmüş gibi bir ifade takındı.
“Hayır,” dedi Monte endişeli bir şekilde. “Bu olamaz…”
“Evet. Bak, onları öldürdüğümüzü söyleyemem ama şu an hayatta değiller.”
“Bu ne demek oluyor?”
“Vücutları, kriyonik merkezlerimizde ve bir odada saklanıyor. Bu parlak zihinleri, projede başarısız oldular, diye yok etmeyeceğiz.”
Val Monte, Liza’nın gözlerinin içine bakarak korkmuş ama bunu göstermek istemeyerek durdu.
“Doğru mu, yoksa yanlış mı olduğunu karar veremiyorum. Bir yanım, bu projeyi halka açıklamanın yanlış olduğunu söylüyor ama diğer yanım… Bu insanları, onların iradesine karşı dondurmak… bu kesinlikle benim uzmanlık alanım değil,” dedi, Liza.
Liza ölü ve soğuk bir gülümsemeyle yüzünü doldurdu.
“Yani profesörlerin başarılı olmadığını söyledin. Peki, bunu nasıl başardınız,” diye sordu, Monte.
“İşte her şeyin başladığı yer burası,” dedi, Liza ciddiyetle. “Dünyamızda uyumu koruyabilmek için kaosun sürmesine izin vermeliyiz. Tarih bize, toplumların kaos ve düzen döngüleriyle büyüdüğünü öğretir. Kaos olmadan baskıcı sistemler sonsuza kadar sürerdi. Dengeli bir toplum, bu itmeye ihtiyaç duyar. Düzeni sürdürmek için kaosu beslemeliyiz!”
“Beslemek mi? Ne demek istiyorsun? Uyumu korumak için onu beslemeli misiniz? Bu gerçek olamaz. Sadece düşünmek bile beni ürpertiyor.”
“Sen nasıl düşünmek istersen, Monte.”
“Hayır, istemiyorum! Aynı yaklaşımları sadece birkaç yetersiz ve hasta fikirli aynı şeyle sorun yaratmış diye kullanmaya devam edemezsin.”
“Monte, beni dinlemelisin. Lütfen. Kaos bizim düşmanımız değil, o bizim atar damarımız. Kanımızda, zihinlerimizde dolaşıyor! Düşün; kurduğumuz dünyalar, daima düzensizlikle düzen arasındaki itme ve çekiş içinde var olmalı, her zaman zıt kutuplarda.”
“Bu yüzden bu makineyi yaptınız, değil mi? Sadece bu hasta kararların nereye gideceğini görmek için yapay dünyalar yaratmaya çalıştınız.”
Liza’nın yüzü soğuktu. Gözleri mızrak gibi delip geçiyordu!
“Bak, bu fikirleri dünyamızda denemek iyi olur muydu?”
Val Monte derin bir iç çekerek, stresle geriye yaslandı. “Bilmiyorum. Buna nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum. Liza, ateşle oynuyorsun.”
Liza, Monte’ye gülümser ve bir kahkaha patlatır. “Bir ateş… tıpkı Prometheus’un insanlığa hediye ettiği gibi. Öyle değil mi? Bize!”
“Bu yüzden Herakleitos hakkında soru sordun değil mi? Bunu okudum ve teorik olarak kaos, duraklamayı engelleyebilir, evet ama yıkım akıl almaz derecede büyük olur, Liza. Ya varoluşumuzu paramparça eder ve bu dünyayı yok ederse? Denge sonsuza kadar kaybolur.”
“Ne dengesi, Monte,” dedi Liza, neredeyse fısıldayarak. “İşte bunun güzelliği burada saklı! Kurduğumuz paralel dünyalar, düzeni korumanın bir aracı olacak. Her bir dünya bir laboratuvar gibi işleyecek, evrimini gözlemleyebileceğimiz ve onu ince ince istediğimiz sonuçlara yönlendirebileceğimiz bir yer. Böylece kaos bir tehdit olmaktan çıkar; aksine, bir araç hâline gelir, bizim kullanımımıza sunulmuş bir enstrüman.”
“Bunu sıradan bir adamla konuştuğuna şaşırıyorum,” dedi Monte.
“Sen sıradan bir adam değilsin. İçinde bir şey var, dünyanı şekillendiren bir şey, ahengin bir dünyası bu. Neden bunu kucaklamayalım? Sonuçta barış ve uyum, tarihin en şiddetli fırtınaları arasında bile pek çok kez şekillendi.”
Val Monte, derin bir nefes aldı. Endişelenmemeye çalışsa da, kendisine engel olamıyordu. “Sana katılabileceğimi sanmıyorum, Liza. Benim için gerçek uyum, kaosun içinde barışı bulmayı öğrenmekten gelir, sürekli olarak bu… bu hastalıklı fikirlerle onu besleyerek değil!”
“Monte, bu yol bizim gitmemiz gereken yol. Lütfen, ne yaptığımızın aslında doğru bir hareket olduğunu görmene yardımcı olma fırsatını bana ver,” dedi Liza, gözlerinde umutsuzlukla. “Lütfen!”
Birden ışıklar söner, Monte’yi koltuğunda donmuş bir şekilde bırakır, korku içinde. Parmakları, koltuğun kollarını sıkıca kavradı.
Yeşil, kırmızı ve mavi ışınlar dans ederek ve dönerek, sahneye alışılmadık bir parıltı yaydı. O korkutucu ışıkta, bir figür belirdi, Liza’nın yüzünü taşıyan bir figür ama dönüşmüştü. Vücudu canlı kablolarla dolanmış yüzü şimdi buz mavisi olmuştu. Gözleri açıldığında, bir yabancı belirdi, hayatında ilk kez gördüğü ve adlandıramadığı renklerden oluşmuş bir varlık, kimsenin anlayamayacağı bir paradokstu bu.
“SIR…” dedi sahnedeki kadın, yankılanan yüksek ve tiz bir sesle. “SABRETMEK ZORUNDAYIM…”
Sahne Monte’un yaratımı olan Okyanus Operası’na dönüşür, canlı ve rengarenkti. Yazdığı her kelime, içine döktüğü her duygu, şimdi gözlerinin önünde açığa çıkıyordu.
“Olamaz! Sen… Nedir bu, kim… Ne… sen,” diye art arda istemsizce mırıldadı, Monte, gözlerinde korkuyla.
“KAOS,” diye cevap verdi sahnedeki kadın.
Perde düştü ve salonu karanlığa boğdu. Monte gözlerini kapadı, az önce gördüklerini anlamaya çalıştı.
“Her şey bir sır ama her şey ortaya çıkacak,” dedi sesi uzak ve hayaletimsi bir şekilde çıkan kadın. “Savaş, zulüm, yalanlar! Bunlar cevaplar değil. İnsanlık, kaosun akışlarında uyum, güvenlik ve refahı bulacak.”
Val Monte gözlerini açtı.
Korkutucu bir sessizlik vardı. Karanlık!
Val Monte, nefesini tutarak irkildi.
Ve derinlerden gelen bir ses, fısıltıyla son kez duyuldu. “Uyan… Düşün… Kaos, düzenin çözülmesi değil, döngülerin yanılsaması ötesinde yaratımı yönlendiren sessiz bir eldir, hayat ileriye doğru dans eder, daireler içinde değil.”
Val Monte, aniden uyandı.
Göğsü hızla yükselip alçalıyordu, gözleri panikle açıldı, ter içinde kalmıştı, kabusun kalıntıları zihnini kemirirken, korkunun yankıları kulaklarında çınlıyordu.
Yine sesi duydu, tiz bir şekilde fısıldadı ses. “KAOS,” dedi, derin ve yankılı bir tonda. “Kaos şimdi özgür!”
Val Monte, Liza’nın ona verdiği kartı aldı ve baktı. Zeytin gözlerini açtı, Val Monte’ye miyavladı ve göğsüne yattı.
Telefon çaldı. Çalan kendi telefonuydu, uyanık olsa da sanki uyuyor gibi bir hâli vardı.
Val Monte, telefonuna baktı. Liza Karlon arıyordu. Neden?
“Hayır,” dedi, Val Monte telefonu açarken.
“Monte, konuşmamız gerekiyor,” dedi Liza, ciddiyetle.
Val Monte, Ludum’un gece hayatına baktı. Kadife ve mavi gece göğünün renklerine doğru binalar yükselirken yüzeylerinde içki, tekstil, lüks markalar ve diğer dinamik reklamlar beliriyordu.
“Hayat ne iyi ne de kötüdür, sadece iyi ve kötü için bir yerdir.”
Marcus Aurelius, Düşünceler