Kısa Hikâye: Günindi Diyarındaki Bahçe

Günindi Diyarındaki Bahçe, dürüst olayım, yazarken beni yormuştu, ama öyle bitkinlik veren bir yorgunluk değil, aksine keyifliydi. Burada bir elf olan bilge botanikçi Galâhid’in yaşamını ve bahçesine odaklanan lirik bir tema var.
Galâhid’in bahçesinde yetiştirdiği rengârenk çiçeklere duyduğu sevgi ve onlara gösterdiği özen, onun incelikli ve barışçıl doğasını yansıtıyor. Bir kâbus gördükten sonra bunun ardındaki endişeye kapılır. Çünkü Galâhid’in hayat felsefesine tezat oluşturan, doğanın ve barışın yok olduğu bir dünyayı tasvir ediyordur bu habis düş.
Genellikle, elfler narin ve kırılgan aktarılsa da hepsi öyle değil elbette, ama benim işlediğim diyarda Galâhid için bunu söyleyebiliriz. Bu onun hayata bakış açısını da değiştirmiştir.
O inceliğin ve adaletin kaba kuvvete karşı üstünlüğü ve iyiliğin, doğanın ve tüm canlıların güzelliğini korumak için yegane şey olduğuna inanır.

GÜNİNDİ DİYARINDAKİ BAHÇE

Galâhid, bahçesindeki ahşap sandalyesinde oturup yeşil çayını yudumlamaya çalışıyordu. Porselen bardağını kulpundan değil, iki elinin avucuna alarak, üfleye üfleye çayından sonunda bir yudum aldı. Bardağında tüten buhar, mevsimin ilkbahar ve havaların henüz ısınmaya başladığı zamanlar olduğundan, gözlerinin önünde perde oluşturuyordu. Buharın sıcaklığını alnında hissetti, gözleriyle bahçeyi süzdü ve daha mayıs ayının ikinci haftasında diktiği rengârenk şakayık çiçeklerini gördü. Yüzünde beliren tebessümle başını kaldırdı, yerinde oturmaya ve porselen çay bardağını ellerinin arasında tutmaya devam etti.
Pembe, kırmızı, kızıl kahverengi ve sarı renkteki şakayık çiçekleri güneş ışığını çok severlerdi ve öğlen vakti sıcağında gölgeyi tercih ederlerdi. Ancak, yaprakları açtıkça renkleri de zaman zaman değişirdi. Galâhid’in bahçesi de şakayıkların pek seveceği bir ortamdı. Zira o, bir botanikçi olarak Günindi diyarındaki elfler arasında engin bilgilere sahip, arif bir münevver idi. Yufka yürekliydi. Hatta bir çiçeğin solmaması için elinden geleni yapardı. Ne yazık ki, tıpkı kendi uzun ömürlerinin sonunda, bedenleri gibi çiçeklerinin de bir gün solacağını bilirdi. Bu onu çok üzerdi, öyle ki, solmuş şakayık çiçeklerini toplarken gözyaşları toprağa damlar ve damladığı yeri beslerdi. Galâhid, buralara yeni şakayık çiçeklerinin tohumlarını ekerdi.
Şakayık çiçeklerinin şu anki rengârenk görüntüsü Galâhid’i çok mutlu etti. Çayını yudumlarken, çiçekleri ve ardındaki uçsuz bucaksız gibi görünen, çeşit çeşit çiçekler ve yer yer ağaçlarla kaplı, şarktan usulca akan bir nehrin geçtiği vadiye de gözleri takılıyordu. Yeşil çayını yudumlamadan önce kokusunu burnundan ciğerlerine çekiyor, derin bir soluk veriyordu. Her bir yudumdan sonra, şakayık çiçeklerinin tatlı ve narenciye kokusu onu mutlu ediyor, her daim gülümsemesini sağlıyordu. Bazı şakayık çiçeklerinin yaprakları açtıkça kokuları da atmosferde rüzgârın yardımıyla süzülüyordu.
Galâhid, yeşil çayından son yudumu da aldıktan sonra sandalyeden kalktı. Şakayık çiçeklerine ve vadinin huzur veren suretine bir kez daha baktıktan sonra derin bir nefes daha alıp verdi. Beyaz kiremitten kubbeli çatısının boyunu birkaç metre aşan birer kuleye sahip, duvarları deniz yeşiliyle boyanmış evinin arka kapısına yöneldi. Evin güney cephesinde bir, kuzey cephesinde iki büyük pencere vardı. Güneş gören pencerelerin koyu yeşil perdeleri açık, kuzeydeki bir pencerenin perdesi ise kapalıydı. Ceviz ağacından üretilen kapının kulpunu çekince menteşelerden çıkan gıcırtı sesi onu rahatsız etmiyordu, ancak bu efsunlu ortamın atmosferini bozmasına müsaade edemezdi.
“Bir ara usta çağırıp tadilata vakit ayırırım,” dedi ve içeri girip kapıyı arkasından kapattı.
Evin içinde çok fazla eşya yoktu; güneş gören pencerelerin arkasındaki yuvarlak incir ağacından iki masanın üzerinde, kırmızı ve sarı renklerin birbirine sarıldığı, Galâhid’e Gündoğusu diyarında yaşayan dostundan hediye gönderilen kalanşo çiçekleri süslüyordu. Evin çok ışık almayan, ama yine de günün bazı saatlerinde güneş gören batı duvarının önündeki geniş ceviz masanın üzerinde sekiz çiçeği olan bir grup yelken çiçeği vardı. Yelken çiçekleri çok fazla ışığa ihtiyaç duymazlar ve suyu öyle kana kana aramazlardı. Evin doğu duvarında bir simya masası vardı. Bu simya masasını çeşitli çiçeklerin yaprakları, tohumlar, çeşitli boyutlarda damıtma ve öğütme düzenleri, tüpler ve içi renkli sıvılarla dolu ufak şişeler dolduruyordu. Galâhid burada simya bilimiyle uğraşıyordu. Bu masa onun çeşitli bitki türlerini biraz büyü ve biraz da bilimin yardımıyla not ettiği kağıtlar ve çizimlerle doluydu.
Galâhid, batı kulesine çıkan merdivenlere yöneldi. Elindeki bardağı iki eliyle tutuyordu. Ahşap merdivenleri çıkarken, basamakların çıkardıkları sesler kulenin içinde yankı yapıyordu. Sonunda üst kata vardığında, elindeki bardağı girişin yanında bulunan yiyecek ve içecek malzemelerinin yer aldığı masaya bıraktı. Rafta duran cam kabı açıp bir peynir dilimi aldı ve küçük parçalarla yerken, aynı kattan diğer daha geniş ve uzun kuleye geçti. Burası kaliteli mavi ve deniz yeşili kumaşların bulunduğu tek kişilik bir yatak; yatağın yanında, dört bacağı ince ağaç gövdesini andıran kaliteli işlemelere sahip bir küçük yuvarlak masa vardı. Masanın üstünde de gümüş iskelete sahip cam bir kandilin içinde, odayı loş bir şekilde aydınlatan mum sönük sönük yanıyordu. Odada uzun bir giysi dolabı ve bir de askılık vardı. Bu odanın penceresi boydan uzun neredeyse yere kadar geliyordu, perdeleri ise ince beyaz tüldendi. Galâhid bu tülü çekip pencereyi örttü. Masanın üstündeki kandilin kapağını açtı ve mumu üfleyerek söndürdü. Kandildeki mumu söndürüp kapağını kapatınca, beyaz tülden içeri süzülen loş güneş ışığı odayı biraz da olsa dolduruyordu.
Galâhid, kaliteli kumaştan üretilmiş kemerini çıkarıp askıya astı. Yatağını açıp içine süzüldü, hafif yorganını üzerine çekti ve şekerleme yapmak için uykusunun gelmesini bekledi. Göz kapakları her dakika ağırlaşıyordu. Aynı zamanda aklı simya notlarındaydı. İçeri süzülen güneş ışığı yerini ay ışığına bıraktığında, Galâhid uykuya daldı. Şakayık çiçekleri için yoğun geçen bir günün ardından bu uyku Galâhid’e çok iyi gelecekti. En azından o uyumadan önce öyle düşünüyordu. O, artık tamamen kendisine ait rüyalar âleminde yolculuğa başladı; bu, renkli çiçeklerin, birbirinden güzel kokulu baharatların, ağaçların ve kuşların, diğer hayvanların da yer ettiği bir ormanda yolculuktu.
“Düş, birden bir artık anlamlar içerir; kimisi gerçekleşmesi imkânsız hayal, kimisi gerçekleşmesi beklenen, umut edilen şeydir.”
Günindi’nin saygın münevverlerinden birinin bu sözlerini düşündü, Galâhid. Uykusundan henüz uyanmıştı. Galâhid’in başı pamukla doldurulmuş yastığında ve her zamankinden daha rahattı. Yastığın içine yerleştirdiği birkaç manolya çiçeğinin güçlü ve eşsiz kokuları odasının dört köşesini de sarıyordu. Buna bağlı olarak saçları da her sabah kalktığında manolya kokuyordu. Günindi Şelalesi gibi beline kadar süzülen saçlarını başının arkasına, oradan yatağının her iki yanından neredeyse yerlere kadar süzülüyordu. Başını iyice yastığına gömdü ve tavandaki elf işçiliğiyle ustaca üretilmiş mozaiklerini inceledi. Tavanın mozaikleri neredeyse mavinin her tonunu içeriyordu; bir metre uzunluğunda yeşil deniz kaplumbağası, uçsuz bucaksız gibi görünen mavilikte süzülüyordu. Mavi rengin süslediği okyanustaki deniz kaplumbağasının sarımsı lekeleri olan kahverengi sırtı hemen göze çarpıyordu. Galâhid, deniz kaplumbağalarını tanırdı. Üstelik güneydeki açık okyanuslarda seyahat eden ve oraları kendisine hane edinen bir deniz kaplumbağası dostu da vardı, adı Midas idi. Midas, diğer deniz kaplumbağalarına göre diyetinde daha seçiciydi. Onun okyanustaki diğer dostlarının diyetinde denizanaları, yengeçler ve mürekkep balıkları varken, Midas deniz çayırlarını, süngerleri ve mercanları tercih ediyordu. Galâhid, yüz kırk yedi kış önceki bir seyahatinde Midas ile karşılaşmıştı. Gemisiyle yolculuğu sırasında, Midas’ı deniz çayırlarında ziyafet çekerken görmüştü. O günden kalan bir selam, onların dostluğunu yüz kır yedi kış sürdürdü. Onu her seferinde sırtındaki olağan dışı sarı çizgiyle hatırlıyordu. Galâhid’in tavanındaki deniz kaplumbağası Midas idi. Kendi kendine güldü, Galâhid. Aklına birden Midas’ın bir orfoz ile olan tatlı tartışması geldi. Midas deniz çayırlarını mutlu mutlu yerken, bir yandan da gemisi demir atan Galâhid ile sohbet ediyordu. O sırada bir orfoz Midas’ın arkasından sinsice süzülüp ona yanaştı. Galâhid’e de göz kırptı. Orfoz, Midas’ın kuyruğunu yutacakmış gibi ağzını açtı ve vakum gibi onu çekmeye başladı. Geriye süzüldüğünü fark eden Midas, kendine Hani diyen orfoza bir şeyler sayıkladı. Ağzı o sırada deniz çayırları ile dolu olduğu için ne dediği pek anlaşılmıyordu. Galâhid ve Hani gülmeye başlayınca, Midas da güldü.
Galâhid, üzerindeki örtüyü yana açıp yatağından doğruldu. Yüzündeki tebessüm hâlâ duruyordu. Üzerindeki ipek kıyafetin omuzlarındaki bağlarını çözdü ve elbise yere düşmeden tuttu. Gün ortasında yıkamak üzere bir sepetin içine koydu. Odadaki uzun giysi dolabına yönelerek iki kapağını açtı. Çok düşünmeden beyaz, iki omzundan da beline kadar süzülen geniş mor çizgileri olan ipek bir entari giydi. Beline de yine dolaptan aldığı koyu sarı kumaş bir kemer bağladı. Galâhid odadan çıkarken pencerenin açık olmadığını hatırladı. Döndü ve perdeyi sonuna kadar sola çekip pencereyi açtı.
Galâhid, aynı katta bulunan, batı ve doğu kulelerinin arasındaki geniş odaya geçti. Bu odada yiyecek kasaları, üzerinde Günindi Üzüm Bağlarından geldiği belli, iki mor üzüm salkımlı simgelerinin çizildiği şarap varilleri vardı. Sabahları şarap içmenin midesine zarar vereceğini biliyordu. Zira iki kış önce yaşadığı rahatsızlıktan ötürü diyetini de değiştirmek zorunda kalmıştı. Bu yüzden hiç o varillere yanaşmadan, üzerinde yeşil çay ve nane yapraklarıyla süslenmiş mavi damla işareti olan su varilinden, rafta duran bardağı alıp içine içme suyu doldurdu. Bir dikişte suyu içince, vücudunda uyandırdığı o süzülme hissine kapıldı. Yeşil çay ve nane aromalı ılık su ağzında ferahlık yaratmıştı. Aynı odada bulunan, ama mutfakla arası geniş bir ahşap duvarla ayrılmış bölümde ayrı bir varil ve varilin musluğunun altında, ahşap kare bir masanın üzerinde duran gümüş kase vardı. Musluğu açıp iki elinin arasına akan, limon kokulu suyu yüzüne boca etti. Ellerini masaya dayadı ve ıslak yüzüyle, karşısındaki pencereden şimal topraklarını seyretti. Şakaklarının üstüne doğru genişleyen ince kaşlarından süzülen sular gözlerine gelmeden yüzünü kurulamak istedi. Pencerenin yanında askıda asılan beyaz pamuk havluyla yüzü ile ellerini kuruladı ve havluyu tekrar askıya astı. Mutfak rafındaki peynirden iki dilim aldı. Onun altında geniş tezgahta üstü açık kasadan da üzerinde beş adet siyah üzüm asılan salkımı aldı. Yeniden doldurduğu su bardağıyla birlikte yiyecekleri de masaya koydu. Sandalyesine oturup bir yandan düşünerek kahvaltısını yaptı. Aklında öğlene kadar bir simya kitabı okumak vardı. Öğleden sonrasını ise çiçekleri ve simya deneyleriyle geçirecekti. Sadece hangisi olduğuna bir türlü karar veremiyordu. Dün gece gördüğü düş onu biraz korkutmuştu. Ne kendisinin ne de düşmanının hayatında böyle bir düşün gerçekliğiyle karşılaşmasını istemiyordu.
Güneş artık tepedeydi ve tüm parlaklığıyla neredeyse tüm vadiyi aydınlatıyordu.
Galâhid, gün ortası vakti geldiğinde kitabı elinde, batı kulesindeki merdivenlerden aşağı kata indi. O merdivenlere bastıkça, ahşaptan çıkan sesler yine tüm kuleyi dolduruyordu. Nihayet aşağıya vardığında elindeki kitabı simya masasına bıraktı. Bahçesine açılan kapıya doğru yöneldi, ancak simya masasının yanındaki güğümü almayı unuttuğunu fark etti. Zira çiçeklerin sulanması gerekiyordu. Galâhid’in temiz su veren bir kuyusu vardı. Güğümü kapıp kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında menteşelerden çıkan ses değil, gördükleri onun kalbine bir ağırlık yükledi.
Galâhid’in dizleri sanki çözülmüştü, elindeki güğümü düşürdü, içinde dünden kalan su ahşap zemine döküldü. Dizlerinin üstüne düşmüş, hıçkıra hıçkıra ağlayarak bahçesinde birçoğu solmuş, bazısı ezilmiş şakayık çiçeklerini gördü. Rengârenk yapraklarının bir kısmının kara toprağın üzerine düştüğünü gördü. Güney uçsuz bucaksız yerden göğe yeşil ve mavi renklerin buluştuğu bir çayır olması gerekirken, şimdi üzerinde kara bulutlar süzülen karanlık ve yer yer kara çimenlerin bulunduğu kurumuş ve toprağı çatlamış arazi vardı.
“Dünden beri ne değişmiş olabilir de ben duyamadım,” diye düşündü. Gözlerinden akan yaşlar elmacık kemiklerinden süzülüp dudaklarının iki yanından ahşap zemine damlıyordu. Aniden güneyde birden beliren yangın mavisi bir ışık hızlıca ona doğru yaklaşmaya başladı. Bunu fark edince elleriyle yüzünü korudu, ama nafileydi. Işık huzmesi süratle ona çarptı ve sırt üstü yere yığılmasına sebep oldu.
Galâhid, gözlerini birden açtı. Ter içindeydi. Etrafına şaşkınlıkla ve korkuyla karışık bir duyguyla baktı. Nefes nefese kalmıştı, sanki kalbi yerinden çıkacaktı.
“Bir düşmüş,” dedi. “Bu kaçıncı oldu,” diye tamamladı sözlerini. Güneş henüz yükselmemişti. Hâlâ karanlıktı.
Galâhid, yatağında doğrularak elleriyle yüzünü kapattı. Düşündü. Aynı zamanda bir düşgören idi. Şu saygın münevverin düşler hakkında söylediği, “Düş, birden bir artık anlamlar içerir; kimisi gerçekleşmesi imkânsız hayal, kimisi gerçekleşmesi beklenen veya umut edilen şeydir,” sözünü düşündü. Düşlerin imkânsız bir hayal ya da umut edilen şey olduğuna karar veren bir gücün bunduğuna inanmak istemiyordu, Galâhid. Zira bu güç şer için kullanılabilirdi. Bu bilmeceyi çözmesi gerektiğini biliyordu. Ancak, henüz zamana ihtiyacı vardı, en azından o malum gün gelip kapısını çalmadan önce bir şeyler yapmalıydı. Düşünde gördüğü şer olayın gerçek olmamasını umuyordu. Bu yüzden yatağından kalktı ve üzerine mor bir cübbe giyerek, hışımla bahçesine doğru ilerledi. Kapının önünde dikiliyordu. Bir yandan düşünde gördüğü düğüme bakıyordu, bir yandan da zihninde o anları tekrar canlandırıyordu. Korkunçtu.
Derin bir nefes alıp verdi ve kendisini hazır hissettiğinde kapının kulpunu kavradı. Kapıyı yavaş yavaş açarken, kalbi hızla atıyordu. Kapı tamamen açıldığında gözlerini ovaya dikti.
Gördükleri onu heyecanlandırmıştı. Güneydeki ova yerini, düşünde gördüğü karanlık ve buğulu şerre değil, zihin ve gözle görülemeyecek bir güzelliğe bırakmıştı. Bu güzellik ancak kalple görülebilirdi.
Galâhid, binlerce kış hiç kimseye görünmeyen gök tanrıçasının suretini görüyordu. Eleniher, gökler cemiyetindeki harpten sağ çıkmış tek yüce varlıktı. Şimdi ise, güneydeki mavi ve yeşil renklerin raks ettiği semada belirdi. Günindi elflerinin geleneklerine göre, Eleniher sadece iyi kalpli, güzel düşünceli varlıklara görünür, onları korur ve şerrin saldırısını bertaraf ederdi. Ona biçilen ömrü kadar sadece kendi dünyasını değil, diğer varlıkların dünyasını da hiçbir şekilde ayırt etmeksizin güzelleştirmeye çaba sarf ettiğini biliyordu. Güzel kokulu çiçekleri, neredeyse göğe kadar ulaşacakmış gibi görünen ağaçların sonsuz istirahate çekildiği ormanları, kedileri, köpekleri, sincapları, tavşanları, geyikleri, kaplumbağaları, orfozları ve bütün canlıları aynı iyi huy ve güzel sözle severdi. Midas ve Hani’yle olan dostluğu da bu yüzdendi. Sadece kendi akrabalarına değil bütün diyarların elflerine, insanlarına ve cücelerine de aynı nezaketi gösteriyordu. İki kişi muhalefete düştüğünde adil davranmanın en yüce bilgelik olduğunu bilir ve ona göre davranırdı. Zira bilirdi ki, inceliğin ve zarafetin gerektiği yerde kaba kuvvetin yeri olamazdı.
Eleniher, işte böyle bir varlığa göründü. Semadan ona gülümsüyor, elini uzatıyordu. Galâhid de gözleri sevinç yaşlarıyla dolmuş hâlde elini ona uzattı. Bir ışık huzmesi Eleniher’in gözlerinden çıkıp Galâhid’in vücudunu kapladı. O andan itibaren Eleniher, Galâhid ve semada raks eden mavi ve yeşil ışıklar kayboldu. Geriye Galâhid’in o zamana kadar gözü gibi baktığı çiçekler ve ağaçlar kalmıştı.
Dünya bunlarla güzel olacaktı, kaba kuvvet ile değil; dünya iyi huyla güzel olacaktı, kötü niyetle değil; dünya insanların, elflerin ve cücelerin birbirlerine adaletli ve incelikle yaklaştıklarında güzel olacaktı.

Kısa Hikâye: Günindi Diyarındaki Bahçe” üzerine 6 düşünce

  1. Geri bildirim: Kısa Hikâye: Günindi Diyarındaki Bahçe – II – Deniz Kocatürk

  2. Geri bildirim: Kısa Hikâye: Günindi Diyarındaki Bahçe – II – Deniz Kocatürk

  3. Geri bildirim: Kısa Hikâye: Günindi Diyarındaki Bahçe – III – Deniz Kocatürk

  4. Geri bildirim: Günindi Diyarındaki Bahçe – Deniz Kocatürk

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.